Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Tarafından Düzenlenen Toplantıda Yaptıkları Konuşma, 9 Mart 2013, İstanbul

Her şeyden önce hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum.

 

Bu toplantıyı aile toplantısı olarak nitelediğiniz için teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. Aslında bütün bir millet olarak çok daha geniş, çok daha büyük, çok daha köklü bir aileyi temsil ediyoruz. Yükselişimizin yanı sıra acılarımız, sıkıntılarımız da birliktedir. O anlamda Sayın Başkanın güzel düşünceleri ve tavsiyeleri için teşekkür ediyorum.

 

Hemen bir karar alalım istiyorum. Her yıl inşallah en az bir kere ve uygun görürseniz de Büyükelçiler Konferansına paralel şekilde, Büyükelçilerimizle birlikte Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu üyelerini ve İş Konseyi başkanlarını bir arada toplayalım. Aslında bu sene bunu uygulamaya başladık. İzmir’de Büyükelçiler Toplantısının bir yemeğinde Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu üyelerimizle birlikte olduk. O yemeği şenlendiren her zaman olduğu gibi Halim Beyin fıkraları oldu ve hepimiz çok güzel bir akşam geçirdik. Her fıkrada bir hikmet vardır. Bu hikmet Anadolu hikmetidir. Bundan sonra, inşallah her Büyükelçiler konferansında sadece bir yemek marjında değil, fonksiyonel olarak da daha çok iletişim halinde oluruz. Gerekirse Büyükelçiler Konferansının programını bir gün uzatır; birlikte bu değerlendirmeyi yaparız. Çünkü, eğer bir millet stratejik bir planlama içinde yükselişe geçmişse, o milletin önünde olan aktörlerin iyi tanımlanması lazım. Bizim için iş adamlarımız ve girişimcilerimiz yeni dönemdeki restorasyonumuzun, büyük atılımımızın en önemli aktörleridir.

 

Geçen sene İngiltere’de İngiliz ev sahipleriyle birlikte yaptığımız bir toplantıda -belki orada bulunan işadamlarımızdan bugün aramızda bulunanlar vardır- bir soru yöneltildi. Ben de o soruyu cevaplarken şunları söyledim: Bu 10 yıl içinde Türkiye’nin büyük atılımının, büyük restorasyonunun arkasındaki temel güç nedir? Bu temel gücü keşfetmeden hareket noktamızı anlamamız mümkün değildir. Son 10 yıl içinde büyük kaynaklar keşfetmediğimiz gibi yeni doğalgaz ve petrol kuyuları da bulmadık. Sömürge döneminden gelen sermaye terakümüne de sahip değildik. Ama insanımızın büyük enerjisini keşfettik. Bütün hamlelerimizin tek enerji kaynağı insan gücümüzdür ve bunun da tabii görünen en önemli aktörleri iş adamlarımızdır. Bunun üzerinde biraz durmakta fayda mütalaa ediyorum.

 

Çok köklü, tarihi bir gelenekten geliyoruz. Tarih boyunca, İpek Yolunu kontrol eden büyük devletler kurduk. İpek Yolunu kontrol altında tuttuğumuzda ve dünya ticaretini elimizde bulundurduğumuzda şehirlerimiz yükseldi. Bütün şehirlerimizde büyük refah dönemleri yaşandı. Karadeniz, Akdeniz ticaretinin temel atardamarlarını elimizde tuttuğumuzda Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemleri yaşandı. Düşüş veya gerileme dönemi diye adlandırılan dönemler, sadece siyasi ve askeri olarak güç kaybettiğimiz dönemler değildir. Aslında ekonomik gücümüzün zayıfladığı, İpek Yolu’nun temel atardamarları üzerindeki kontrolümüzün zayıfladığı, ticaretimizin azaldığı ya da dışa bağımlı hale geldiği dönemlerdir.

 

Modern dönemde de dört büyük restorasyon yaşadık. Her birinin ekonomik karşılığı bulunmaktadır. Birincisi Tanzimat Dönemidir. Bu dönemde devlet yeniden tanzim edilirken ilk defa bu geleneksel dış, ekonomik kavgaların ötesinde büyük sıkıntılarla, büyük çabalarla Avrupa ekonomisine entegre olma dönemi yaşandı. Cumhuriyetimizin kuruluşu gerçekleştiğinde, 1923’te Cumhuriyetin ilanından önce milli iktisadın sağlam zeminlerinin kurulabilmesi için İzmir İktisat Kongresi tertip edildi. Çünkü yeni bir devlet inşa ederken, bunun ekonomik ayağının güçlü olması lazımdı. Üçüncü büyük restorasyonda; İkinci Dünya Savaşından sonra demokrasi Türkiye’ye yerleşirken, aslında demokrasiyle birlikte insanımızın hareket edebilme kabiliyeti, mobilizasyon gücü de devreye girdi. Daha önceki kontrollü tek parti ekonomik yapılanmada, devletçi yapılarda temel hedef şuydu: Herkes bulunduğu yerde dursun, biz orada mümkün olduğu kadar tarım ekonomisine dayalı ya da yeni sanayiyse bunu devlet denetiminde yapan bir anlayışla yürütelim. Ama 1950 ile birlikte özel sektörün önü açılıp, bir taraftan da devletin, milletin o büyük enerjisinin boşalma, açılma dönemi yaşandı. Çok kıt kaynaklarla buralara gelindi. Ve son 50 yıl içinde, 70 yıl diyelim, 1950 itibariyle söyleyeyim; özel sektörümüzün kat ettiği mesafe mucizevi bir mesafedir, ben sizlere teşekkür ediyorum. Çünkü dediğim gibi, bizim devlet geleneğimiz, sömürge ülkelerinde olduğu gibi kaynak aktarımına dayanmadı. Gittiğimiz yere adalet, irfan götürmeye çalıştık ve oraların kaynaklarını aktarmak gibi bir düşünce içinde asla olmadık. Dolayısıyla, bizde diğer ülkelerde olduğu gibi, o kaynakları aktaran büyük şirketler doğmadı. Son 70 yıl içinde, tabii politikalarla şekillenen demokrasiyle birlikte gelişen büyük bir özel sektör dinamizmi yaşandı. Anadolu’nun gücü, büyük şehirlere akın akın geldi. Birçok şehirleşme sıkıntıları yaşadık. Ama bir taraftan da dünyanın her bir köşesinde savaşan nesil olan dedelerimizin neslinden sonra, babalarımızın nesli neredeyse bir ekonomik mücadele içinde kimi zaman gurbetlerle, kimi zaman sıkıntılarla Türkiye içinde de ekonomik dinamizm yaşattılar. Benim babam da onlardan biriydi. İstanbul Ticaret Odası’nda 25 yıl görev yaptı. İlk 1960’ların başında İstanbul’a geldiğinde elindeki kaynaklar çok kıttı. Arkadaşlarıyla birlikte İstanbul Ticaret Odası’na verdikleri temel mücadelelerden biri, Türk ekonomisinin bu yeni yükselen girişimci gücünün ekonomik örgütlere yansımasıydı. Şimdi o günlerden bu günlere geldiğimizde, elhamdülillah bırakın ülke çapında, dünya çapında büyük başarılara imza atan çok köklü bir girişimcilik sektörü, özel sektör ortaya çıktı. Bizim stratejimizin en büyük güç kaynaklarından biri budur. Demokrasiyle özel sektörün gelişmesi paralel seyreder. Bir yerde demokrasi yoksa, demokratik özgürlükler sınırlanmışsa, mal ve insan mobilizasyonuna, fikir mobilizasyonuna birtakım sınırlar getirilmişse özel sektörün de gelişmesi mümkün değil.

 

Son 10 yıldır dördüncü büyük restorasyonu yaşamaktayız. Aslında bu restorasyonun ilk izleri birçok kesintiye, askeri müdahalelere rağmen rahmetli Özal döneminde başlamıştı. Allah rahmet eylesin.  Büyük bir öngörüyle DEİK’in 1986’da kurulmasını sağladığı için kendisini rahmetle anıyorum. Bir proje olarak başladı, ama şimdi dünyanın en önemli kuruluşlarından biri haline geldi. Rahmetli Özal’a ve ondan sonra DEİK’e hizmeti geçmiş bütün şeref üyelerine -ki biraz önce isimlerini tek tek gördüğümde birçoğunu da şahsen tanıdım- çoğu Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan büyüklerimize de tekrar rahmet diliyorum.Onların emekleri zayi olmadı. Bugün onların açtığı yolda arkadan gelenler bayrağı çok daha güçlü bir şekilde, çok daha öncü bir şekilde taşıyorlar.

 

Dördüncü restorasyon dönemini bir anlayalım. Bugün madem hep beraber bir aile toplantısındayız. Ülkemizin genel perspektifini  anlamakta fayda var. Yaşamakta olduğumuz restorasyon döneminde, ekonomi ve iş dünyasının özel bir anlamı var. Son 10 yılda, güçlü tarihi zemin üzerinde gerçekleştirmeye çalıştığımız yeniden inşa, tanzim ve restorasyon faaliyetlerinin üç önemli ayağı vardır. Birincisi; demokratikleşme ve özgürlük alanlarının genişlemesidir. İkincisi; ekonomik restorasyondur. Bizim coğrafyamızdan beslenen, ama bir taraftan da küresel ekonomiye entegre olan yeni bir ekonomik anlayışın yerleşmesidir. Üçüncüsü de; bunlarla desteklenmiş aktif ve dünyanın her yerinde seyyal halde etki gücünü artıran dış politikamızın var oluşudur.  Bu bir üçlü sac ayağıdır. Birini çekerseniz diğeri ayakta duramaz. Yani, öyle bir atılım gerçekleştirelim ki demokratik özgürlükler biraz zayıf kalsın ama iş dünyası genişlesin, bu mümkün değildir. İş dünyasının önce aradığı şey tarih boyunca güvenliktir, özgürlüktür. Güvenlik olacak ki ticaret yapabilsin, yatırım yapabilsin. Ama özgürlük de olacak ki yaptığı, ürettiği malı istediği yere aktarabilsin, satabilsin, yeni ve yaratıcı fikirleri ortaya koyabilsin. Demokrasinin olmadığı yerde özel sektörün ve ekonominin canlanması mümkün değildir. Ya da çok kontrollü bir şekilde yürür, bir müddet sonra da işte Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi o canlı dinamizmi kaybettiği anda gerilemeye başlar. Çin dahi kendi yapısını yeniden reforme etmek suretiyle aslında yeni şartlara intibak etmeye çalışıyor. Bizim için ülkemizdeki bu restorasyon döneminin olmazsa olmaz ilkesi, öncelik ilkesi, demokrasimizin yerleşmesi, kökleşmesi, iç barışımızın ve devletimizle milletimiz arasındaki köprülerin en güçlü şekilde tahkim edilmesidir. Bu anlamda son dönemde çözüm süreci bağlamında da işaret etmek istiyorum; şu anda Türkiye içindeki bu büyük ekonomik canlanmanın Güneydoğu Anadolu’ya da en güçlü şekilde yansıyabilmesi için bu süreç büyük bir şanstır. Biz veya herhangi bir toplum dengesiz bir ekonomik kalkınmayı sürdüremez. Sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmanın en önemli özelliklerinden birisi; ülkenin bütününe yayılabilme kabiliyeti ve ülkenin bütün kaynaklarını, bütün enerjisini hareket ettirebilme kabiliyetidir. Maalesef terör sebebiyle son 30 yıl içinde Türkiye’de belli bölgelerde yatırım yapma imkanı, o bölgelerin dış bölgelerle güçlü bağlar kurma imkanı zayıf kalmıştır. Şimdi inşallah son yıllardaki büyük demokratik açılımlara paralel olarak bu çözüm süreci mutlaka başarıya ulaşacak ve Türkiye kendi iç konsolidasyonunu demokrasiyle birlikte gerçekleştirmiş olacaktır. Bakınız Cumhuriyet tarihindeki en önemli restorasyon mübalağasız bu dönemde yaşanıyor. En önemli sebeplerinden birisi; Sayın Başbakanımızın başbakanlığında 10 yıldır süregelen siyasi istikrardır. Sayın Özal’ın sahip olamadığı şans buydu. 90’lı yıllarda niye bütün dünya milli gelirini artırırken, dünya ticareti genişlerken, Türk ekonomisi daralma yaşadı, üç tane büyük krizi geçirdik. Şimdi ise dünya ekonomisi daralma ve kriz döneminde Türk ekonomisi büyüyor. Düşünün eğer 90’lı yıllarda bu restorasyon gerçekleştirilmiş olsaydı dünya ekonomisi genişlerken ekonomimiz nereye gelirdi? Yani, 1994 krizini yaşamasaydık, yani 28 Şubat’ı yaşamasaydık, iş adamlarımız şu ve bu kategorilere böldürülmemiş olmasalardı, yani 1999 krizini, 2001 krizini yaşamasaydık, yani 3 partili koalisyonlarla ekonomide bir bakanın yaptığını diğer bakanın bozması gibi bir süreç yaşanmamış olsaydı, nereye gelirdik acaba bir hayal ediniz. Şimdi nasıl burada bir aileyiz? Bakanlar Kurulu da organik bir ailenin bütün özelliklerini taşıyarak çalışıyor. Dışişleri Bakanlığı bir stratejik açılım ortaya koyduğunda, bütün bakanlıklar hep beraber hareket haline geçebiliyor. Ulaşım stratejimizle dış politika stratejimiz arasında kesin irtibatlar kuruyoruz. Türkiye’nin son dönemde büyükelçilik açılımlarına bakınız, nerelerde büyükelçilik açıyorsak, Türk Hava Yolları oraya yetişiyor. Ve zaten 2003 yılında Türk Hava Yolları özelleşirken kendileriyle oturup konuşmuştuk ilk Yönetim Kuruluyla. Siz özel şirketsiniz, tabii karı gözeteceksiniz, ama üç şey rica ediyoruz demiştik. Bir; geçmişte bizimle 1 saat dahi beraber olmuş ülkelerle, yani gönüldaşlarımızla, tarihdaşlarımızla uçmadık nokta bırakmayacaksınız. Baktık listeye, Yemen’e yoktu, Bahreyn’e yoktu, Tacikistan’a yoktu, uçuşlar kondu. İki; çok önem verdiğimiz ülkelere Rusya gibi, Ukrayna gibi, İran gibi, Almanya zaten öyle, çok sayıda uçuş yapacaksınız, iç uçuş gibi çalışacaksınız. Üç; yeni açılımlar yapacağız, daha o zaman söylemiştik, Afrika, Latin Amerika, Doğu Asya, biz nereye Büyükelçilik açarsak siz de oraya uçacaksınız. Elhamdülillah ki Türk Hava Yolları’nın kapasitesinin artışıyla bizim Büyükelçilik açma hızımız arasında bir paralellik sağlandı. İşte bu ulaşım stratejiyle dış politika stratejisi arasındaki bağı gösteriyor. Enerji politikalarıyla dış politika stratejisi arasında irtibat kuramazsanız bir başarı elde etme şansınız olmaz.

 

Bunları niçin söylüyorum, biraz daha detaya gireceğiz bunlara, mutlaka çok soru var zihinlerinizde. Ama artık Türkiye’de bütün bu stratejinin unsurlarına tek gözle bakabilen ve bütün planlamaları tek bir zihinle harekete geçirebilen bir Hükümet var. Bu demokrasinin getirdiği büyük bir nimettir. Böyle bir Hükümetin demokratik süreçler içinde istikrarlı bir şekilde gücünü artırarak gelmesi de büyük bir nimettir. Bakın 90’lı yıllarda bütün ekonomiler genişlerken, bizim genişlemememizin, bizim büyümememizin sebebi; istikrarlı hükümet yapıları olmaması, terör ve arka arkaya yolsuzluklardan kaynaklanan büyük kayıplar üzerinde gerçekleşen ekonomik krizlerdir. Şimdi o açıkları kapatmaya çalışıyoruz gece-gündüz çalışarak, daha çok çalışacağız.

 

Bakın, bu anlamda restorasyonun ikinci büyük ayağı, ekonomik restorasyon. Nereden nereye gelindiği, Türk ekonomisinin gayri safi milli hasılasıyla kişi başına düşen geliriyle 3,5-4 misli büyüdüğü bir 10 yıl yaşadık dünya ekonomisi küçülürken. Bunu da kesinlikle demokrasi ve dış politikayla irtibatlı bir olgu olarak değerlendirmek icap eder. Elhamdülillah ki harekete geçirebileceğimiz çok iyi örgütlenmiş, heyecan dolu, genç, dinamik bir girişimci zümremiz vardı. Ama o perspektifi bir çerçevede birleştirip, bütünleştirip bir stratejik bütünlük içinde harekete geçirmek gerekiyor. Dün İngiltere’de toplantılar yaparken, gerek birkaç dışişleri bakanıyla, gerekse ABD Dışişleri Bakanı Kerry geldiğinde özel görüşmelerimiz oldu. Öyle bir ülkeden bahsediyoruz ki Türkiye derken, sabahleyin uyandığımızda batı yakamıza baktığımızda Yunanistan’dan ta Portekiz’e kadar uzanan bir ekonomik kriz kuşağı var. Sadece ekonomik değil siyasal sonuçlar da doğuran aşırı akımların yabancı düşmanlığının körüklediği bir ekonomik politik kriz hattı var. Güneye baktığınızda Suriye’den, Irak’tan başlayıp, Mağrib’e kadar, Fas’a kadar giden bir siyasi büyük dönüşüm ve kriz ve dönüşüm süreci var. Doğuya doğru baktığınızda İran’dan Afganistan’a, Pakistan’a, Hindistan’a kadar uzanan bir kriz hattı var. Kafkasya’da çözülememiş, donmuş krizler var. Ve bunun ortasında bir ülke var ki, demokrasisini güçlendiriyor, ekonomik olarak sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı devam ettiriyor ve dış politikada bütün dünyada etki uyandıracak yaygın ve derinlikli bir dış politika takip ediyor. Bu şu anda belki içinde yaşadığımız için yeterince anlaşılmayan, ama uzun yıllar sonra bakıldığında bir milletin güç temerküz etmesinin nasıl olduğunu ortaya koyacak bir tablodur. Bir istikrar adası halinde Türkiye’yi tutmaya çalışıyoruz.

 

Bu ekonomik restorasyonda değerli arkadaşlar sizlerin çok büyük payı var. Ama sizinle bizim aynı perspektiften dünyaya bakmamızın da büyük payı var. Ve bu ekonomik politikalara biraz gireceğim, ekonomiyle dış politika irtibatından bahsetmekte fayda mütalaa ediyorum. Dün yine İngiltere’de basın mensupları ve entelektüellerle görüşürken şöyle bir şey söyledim: Dünyada parametreleriniz de dahil her şeyi değiştirebilirsiniz. İşte ekonomiyi, teknolojik kapasitenizi ve diğer birçok unsuru. Ama iki şey var ki insanoğlu bunları değiştiremez; birisi zaman, yani tarih, diğeri mekan, yani coğrafya, biz onun içine doğarız. O zaman ve mekan boyutunu, tarih ve coğrafya boyutunu iyi değerlendirirseniz sıçrama yaparsınız, değerlendiremezseniz o coğrafyada barınamazsınız. Bizim bu anlamda o kadar avantajlı ve bize büyük imkanlar sağlayan coğrafyamız var ki, aslında elimizdeki en büyük hazine bu.

 

İkincisi de; çevremizdeki bütün topluluklarla bizi buluşturabilecek böylesine tarihi bir birikimimiz var ki, sadece kendi kaynaklarımızla değil onlarla da bütünleşerek büyük hamleler yapabiliriz.

 

Ekonomik restorasyonu Türkiye içine kapanarak yapamaz. Çünkü, içine kapanarak ekonomik restorasyon yapma modeli çağdışı bir modeldir. Kendinize güveneceksiniz, ülkenizi dışarı açacaksınız. Bu anlamda şöyle bir muhasebe yapalım: 2023’te dünya ekonomisinde ilk 10 ülke arasına gireceğiz diyoruz. Peki, bu diğer 9 ülke nasıl ülkeler, kim olacak? Bu hesabı sizin de, bizim de hep yapmamız lazım. Bir araya gelip hangi ülkeleri nasıl geçeceğiz hesabını da yapmamız lazım bu bir yarışsa. Diğer dokuz ülkenin tümü değerli, kıta ölçekli ülkelerdir. Her biri bizim on; yedi; sekiz misli büyüklüğünde ülkelerdir. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, Kanada, Brezilya, Avustralya, geriye belki ilk dokuz kıta ölçekli olmayan iki ülke görünür: Almanya, o da Avrupa Birliği üzerinden bütün kıtayı kullanıyor, bir de Japonya, onun da büyük teknolojik kapasitesiyle geldiği yeri biliyoruz. Peki, biz bu açığı nasıl kapatacağız? Nereden ve hangi kaynağı kullanarak bu coğrafi açığımızı, yani alan açığımızı kapatacağız, kaynak açığımızı kapatacağız. Bunun yolu coğrafyanızı genişleteceksiniz. Ufkunuzu öylesine büyüteceksiniz ki, kıta ölçekli üretim yapan ülkelerin ürettiği o ölçeğe ulaşacak kadar çevrenizi açacaksınız. Niye biz vizeleri kaldırma politikası takip ediyoruz? Vatandaşlar rahat etsin diye. Ama onun kadar önemlisi? Bu açığı kapatmak için. İstiyoruz ki iş adamlarımız çevre ülkelerde ve diğer ülkelerde öylesine rahat hareket etsinler ki, kendi ülkeleri gibi hareket edebilsinler ki kaynak üretebilsinler. Çünkü, Türkiye’nin yüzölçümüyle insan potansiyeline baktığınızda demin söylediğim o ilk 10 dev ülke arasına girmesi için arasında büyük bir açık var. Peki, bunu nasıl temin edebiliriz, hangi araçlarla? Şimdi yavaş yavaş dış politikaya girmeye başlıyoruz. Dış politikayla ekonomi arasındaki ilişki. Bakın, bu anlamda son birkaç yıl, 2-3 yıl içindeki 21 anlaşmayla birlikte 64 ülkeyle vizeleri kaldırdık. Hedefimiz, mümkünse bütün dünyayla kaldırmak. Kiminle konuşursam ilk açtığım konu, vizelerin kaldırılması oluyor. Dün Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı ile Londra dönüşü akşam yemeğinde birkaç saat beraber olduk. İlk açtığım konu, Yeni Zelanda’yla vizeleri ne zaman kaldırırız? Biz 1958’den bu yana size vize uygulamıyoruz, kaldırın. Hatta şöyle bir şaka da yaptım, hep beraber şey yaptık; sizin dedeleriniz Gelibolu’ya girerken bize haber etmeden geldiler, şimdi bir borcunuz var, biz de haber etmeden size gelmek istiyoruz. İnşallah ilk fırsatta kaldıracağız.

 

Şöyle düşünemeyiz biz: Yeni Zelanda o kadar da mühim olmayabilir, uzak bir ülke falan; hayır, dünyanın her ülkesi artık mühimdir. Her yerde vatandaşlarımız var, o kadar güzel hareket ediyorlar ki, yani sürekli hareket halindeler ki bazen Dışişleri Bakanlığı olarak bizim iş yükümüzü artırıyorlar; bir yerde kaçak bir evrak eksikliği oluyor tutuklanıyor, başka bir yerde yolunu şaşırıyor, başka bir yerde bir şey, ama bundan memnun oluyoruz. İyi ki gidiyorlar ve iyi ki problemimiz var. Gitmeseler de problem olmasaydı dediğinizde işte o zaman eski anlayışa gelirsiniz. Gidecekler, gideceksiniz. Bizim vazifemiz, sizin gittiğiniz her yere o imkanı götürmek. İşte burada demokrasinin önemi yine ortaya çıkıyor. Otoriter devletler vatandaşını bulunduğu yerde görmek ister; nerede doğdu, ne yapıyor, her gün mümkün olduğu kadar takip etmek ister. Onun için 12 Eylül döneminde şimdi şikayet ettiğimiz Avrupa Birliği’nin uyguladığı vizeler biraz da 12 Eylül rejiminin talep etmesi suretiyle zemin bulabildi. Çünkü rejim kontrol etmek istedi vatandaşını, güvenemedi vatandaşına; problem çıkartır, anarşi çıkartır vesaire diye. Biz öyle düşünmüyoruz, biz vatandaşımıza güveniyoruz. Bu vatandaşımız nereye giderse gitsin bizim irfanımızı, ahlakımızı, tabii aralarında olumsuzlar çıkar, taşıyacağına inanıyoruz. Ve kim nerede başına ne gelirse arkasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücünü de hissetsin istiyoruz; Sayın Başkanımızın söylediği gibi pasaportundan cebindeki lirasına kadar. Öyle bir sistem kurduk ki Dışişleri Bakanlığında konsolosluk, acil başvuru vesaire, 24 saat çalışan kriz masamız var, kim başına bir iş gelirse Bakanlığı doğrudan arayabiliyor, nöbetçi ve sürekli. New York’tan dün bir telefon alıyor arkadaşlar, bu bizim insanımızın güvenini gösteriyor. O zannediyor ki karşısındaki telefondaki kişi New York’ta. Diyor ki; ya ben İngilizce bilmiyorum, bu taksi şoförüne derdimi anlatamadım, bana bir yardımcı olun. Bizim arkadaş da nereye gitmek istiyorsun diyor, adresi alıyor, telefonu taksi şoförüne veriyor, taksi şoförüne tarif ediyor bizim arkadaş ve New York’ta gideceği yere gidiyor. Şimdi bizim insanımız dil bilmese de güven içinde New York’a gider ve taksiye biner. Problem, taksi şoförünün problemi, niye Türkçe bilmiyor ayrıca. Melih Cevdet Anday’ındı zannediyorum bir hatıratında anlatıyor, bizim insanımızın özgüvenini yansıtan bir şey. Bir gün Paris’te yürüyordum Şanzelize’de yanıma birisi koşa koşa geldi hemşerim şu adres neresi dedi. Ben de ona anlattım. Sonra aklıma ayrılınca geldi, ya bu adam benim Türk olduğumu nereden anladı dedim. Peşinden koştum yakaladım diyor. Ya kardeşim, sen bana Türkçe sordun, benim Türk olduğumu nereden anladın diyor. Ben nereden bileyim senin Türk olduğunu. Ama Türkçe sordun diyor. Ben başka bir dil bilmem ki diyor. Bu da Haldun Beyin güzel nükteleri gibi. Bizim insanımız gider. Devletin görevi, o insana orada sahip çıkmak, yeter ki devlete ulaşabilsin.  

 

Ben size şunu taahhüt ediyorum: Büyükelçiliklerimiz, sizler de Büyükelçilerimiz olarak, iş Büyükelçilerimiz olarak her yerde devletinizi arkanızda hissedin. Kendi şirketinize ne kadar kolay ulaşabilirseniz, Büyükelçiliklerimize de o kadar kolay ulaşırsınız, hiç de tereddüt etmeyin. Eğer telefonunuz cevapsız kalırsa benim haberim olacak. Çünkü, biz ilk 10 ekonomi arasına gireceksek, işte insanımızın hareket etmek suretiyle gireceğiz. Bazıları petrolü hareket ettirerek birikim sağlıyor, biz ise insanımızı hareket ettireceğiz, korkmayacağız bu hareketten. Onun için vize muafiyeti ile bunu sağlamaya çalışıyoruz. Neden? Çünkü, coğrafyamız çok büyük, güzel, önemli bir coğrafya, fakat dünyanın ilk 10 ekonomisine girmek için yeterli bir coğrafya değil. Yani, dünyanın en stratejik coğrafyası. Dün İngiltere’de söyledim. Bakın derslerde, burada bir de öğrencim var benim DEİK’te çalışan, o da biliyor, derslere ben Harp Akademilerine veya üniversitede derse girerken önce zihinlerdeki imajı yıkmak için üç tane haritayı yan yana koyardım o eski tepegözlerde. Birisi bizim zihnimizdeki harita. haritanın sol tarafında baktığınızda Amerika, sağ tarafında Avrasya, Afrika, baktığınızda o haritada İngiltere merkezi bir yerdedir, merkezde ve yukarıda. Pasifik’e giderseniz Japonya’ya, Çin’e, Kore’ye, çok küçük bir operasyon yapmışlar, almışlar Amerika’yı haritanın sağ tarafına. Bu sefer ilk haritada Japonya kenarda böyle itseniz düşecek gibi duruyor, o haritada da Japonya merkezde, İngiltere adası itseniz düşecek gibi duruyor. İmaj meselesi. İkisi de halbuki nihayet Avrasya kıtasının iki kenarında iki ada. Yeni Zelanda Havayolları’nın bir haritasını bulmuştum. Yazık Yeni Zelanda her ikisinde de kenarda. Yeni Zelanda Havayolları öyle bir harita üretmiş ki, ortada Yeni Zelanda, bütün dünya Yeni Zelanda’nın etrafında dönüyor. Dedim ki İngiltere’de de değerli dostuma, Dışişleri Bakanı ve diğer arkadaşlara, ama hangi haritayı alırsanız alın Türkiye merkezde, bu büyük bir güç. Yani, ister Amerika’yı bir tarafa alın, ister o tarafa, ister kuzeye merkeze alın, ister güneyi, mutlaka Türkiye merkezi bir yerde. Şimdi biz o zaman devlet adamları olarak görevimiz ne? Bu coğrafyayı en maksimum düzeyde değerlendirmek. Soğuk savaş döneminde Rus tankları Akdeniz’e inmesin diye NATO’nun stratejik gördüğü bu coğrafya, bu sefer bizim için doğuyu batıya, batıyı doğuya, kuzeyi güneye, güneyi kuzeye, Akdeniz’i Karadeniz’e, Karadeniz’i Kızıldeniz’e, Hazar’a, her yere bağlayan bir coğrafya haline dönüştüreceğiz. Ve o zaman göreceğiz ki bu coğrafyanın hinterlandı bize güç katsın. Burada da tarih giriyor devreye. Onun için hep kullandığımız bir tabir var, gönüldaşlar ve tarihdaşlar. Yakın havzalarımızla bütünleşeceğiz. Yakın havzalarımızla bütünleşmeden, onlarla kardeşlik, eşitlik esası üzerine daha büyük ekonomik havzalar oluşturmadan biz o büyük enerjiyi harekete geçiremeyiz. Onun için şimdi önümüze bazı engeller çıkarmaya çalışıyorlar. Biz komşularla sıfır sorunu söylediğimizde esas hedefimiz buydu. Komşularla sıfır sorun olmayacağını biliyoruz, nihayetinde kardeş kardeş arasında anlaşmazlıklar olabilir. Ama bir mantığı, bir mentaliteyi değiştirmek. Eğer siz Rusları ezeli düşman, Yunanlıları modern düşman, Arapları bizi arkadan vuranlar, Ermenileri bize ihanet edenler, İranlıları tarihi rakipler, Bulgarlar işte şöyle; böyle gördüğünüzde nereye hareket edeceksiniz? Biz tam da bu şeyi yıkmak ve çevreyle bütünleşmek ihtiyacı içindeyiz. Tarihimizi tekrar yorumlayıp her bir milletle ortak güzel hafızayı kurmak istiyoruz. Bunun kültürel bir arka planı var, ama esas sebebi stratejiktir ve ekonomi anlamında stratejiktir. Bu coğrafyalarla, bu ülkelerle bütünleşmeden biz dünyaya açılamayız. Şehirlerimiz buralarla bütünleşmeden büyüyemez. Edirne, Balkanlar’la iyi olacağız ki o parlak dönemini yaşasın tekrar. Böyle çıkmaz sokak gibi, serhat şehri demek güzel ama, aynı zamanda duvar gibi bir şey çıkıyor, ondan sonrası yok gibi; hayır, Edirne Selimiye’nin yapıldığı dönemde Balkanlar’ın ve Doğu Avrupa’nın en büyük şehriydi, başşehriydi İstanbul’dan önce. Tekrar Edirne’yi o hale getirmemiz lazım. Onu nasıl yaparız? Balkanlarla bütünleşeceğiz.

 

İzmir’de Büyükelçiler Konferansında söyledim, İzmir bizim ufuk şehrimizdir. Akdeniz’de etkili olmadan İzmir’i büyütemeyiz. Bundan 100 sene önce İzmir’de 21 dergi yayınlanıyordu 10 farklı dilde neredeyse. Tekrar İzmir’i Akdeniz şehri yapmamız lazım. İzmir’den Manchester’a gemi vardı. 12-13 tane limana, İzmir’den Akdeniz limanına sefer vardı. Alın Mardin’i, Antep’i, Suriye ile bütünleşeceğiz ki Antep-Halep hattının bütün o bölgenin yükselişinin parçası olsun. Şimdi birileri rahatsız oluyor Kuzey Irak’la kurduğumuz ilişkilerden. Kuracağız ki bütün Güneydoğu Anadolu tekrar ayağa kalksın. Mardin tarihi değerini kazansın. Zeynel Bey burada olduğu için bir an hep aşkla sevdiğim Mardin aklıma geldi. Diyarbakır büyüsün, bütün bölge harekete geçsin. Şimdi bunu söylediğimizde hemen yaftalar başlıyor. Sanki biz maceracı bir yeni Osmanlı politika içindeymişiz, neo-Osmanlı. Bunu yapma sebepleri de planlıdır değerli arkadaşlar, sırf eski düşmanlıkları körükleyebilmek için. Bize karşı bir psikolojik bariyer oluşturmak için. Geçen de söyledim, tekrar söylüyorum, Avrupa’da da söyledim; bütün Avrupa, Avrupa Birliği etrafında bütünleşirken bu yeni Romacılık olmuyor, yeni kutsal Romacılık olmuyor, biz Orta Asya’ya gittiğimizde, Balkanlar’a gittiğimizde, Ortadoğu’yla acaba bütün bu coğrafyayı nasıl ekonomik anlamda bir ortak havza haline getirebiliriz diye düşündüğümüzde yeni Osmanlıcı oluyoruz. Hayır, biz Avrupa Birliği’nin de içinde olacağız, ama Avrupa Birliği’nin sağladığı büyük başarıyı, doğru bir yöntemle sağladığı büyük başarıyı bu çevre bölgelerle de bütünleşerek aynı esaslar üzerinde sağlayacağız. İstiyoruz ki bir gün, nasıl bugün bir Fransız Paris’ten Berlin’e gittiğinde Fransız Alman sınırını hissetmiyor, ama biliyor ki haritaya baktığında şurası Fransa, burası da Almanya, herkes biliyor nerede olduğunu. İstiyoruz ki aynı şekilde Suriye’yle, Irak’la, Azerbaycan’la, Kafkaslar’la, Gürcistan’la, Kazakistan’la aynı rahatlıkta bu ilişkileri kurabilelim. Bunu söylememizin sebebi tarihi bir nostalji değil, tarihimizle gurur duyarız, ama bir nostalji değil. Bunu söylememizin sebebi; ancak bu yolla bizim büyük bir ekonomik havza haline gelebilecek olmamız. Aksi takdirde 780 bin kilometrekarelik alanda 10 milyon metrekarelik ülkelerle rekabet etmek durumunda kalırız. Bu engeli aşmanın yolu ve sizler için de bir anlamda önemli bir şey; sınırları değiştirmeden ekonomik coğrafyamızı genişletmek, sınırlara saygı göstererek ekonomik havzamızı enerji ve ulaştırma politikalarıyla bütünleştirmektir. Onun için yukarıdaki brifingden çok memnun oldum; enerji ve lojistikle ilgili özel bir iş konseyimiz var. Kültür politikalarımızla buraları yakınlaştırmak için vizeleri kaldırıyoruz buralarla; YDSK kuruyoruz, bu çok önemli. YDSK şu ve son 3-4 senedir uygulamaya başladığımız bir şey: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi. Bazı yerlerde yüksek düzeyli işbirliği konseyi diyoruz, bazı yerlerde stratejik işbirliği konseyi. 13 ülkeyle yaptık son 4 yıl içinde, 13 ülkeyle bu mekanizmayı kurduk. Neden biliyor musunuz? Tecrübeyle baktık ki Ekonomi Bakanları buluşuyor, Dışişleri Bakanları buluşuyor, Enerji Bakanları buluşuyor, ama onların aldığı kararlar bürokrasiye doğru inemiyor. O zaman dedik ki nasıl bunu engelleriz? Çok stratejik gördüğümüz ülkelerle biraraya gelelim ve Başbakanlar başkanlığında, hükümet ve devlet başkanları, yürütmenin başında kim varsa onun başkanlığında muhatap ülkede bütün bakanlar masa etrafına otursunlar. Ve doğrudan karar alınsın, hemen de uygulamaya geçilsin.

 

Bakın güzel bir örneğini size söyleyeyim, hepiniz burada kendinize sorabilirsiniz; Türkiye ile Rusya arasında vizelerin kalkabileceğini 4 sene önce söyleseydik inanır mıydınız? Çünkü, ben Bakanlığımın ilk dönemlerinde ne kadar çok şikayet geldiğini biliyorum; Rusya’ya giremiyoruz, önceden izin almamız lazım vesair. Nasıl kalktı bu? Eğer biz Dışişleri Bakanları, bürokratları ne kadar iyi niyetli olursa olsun yıllarca tartışsaydık o kadar çok problem gelirdi ki önüne, geri kabul anlaşması vesaire vesaire. Ama bir yüksek düzeyli işbirliği konseyi toplantısında Sayın Putin, Sayın Başbakanımız, Dışişleri Bakanları otururken bunu kaldırsak ne olur diye bir şeyde bulunduk, hemen kaldıralım dedik. Çok iyi hatırlıyorum, dışarı çıktığımızda gazetecilere size güzel bir sürprizimiz var dediğimizde inanmadılar. Bu ancak en üst düzeyde kararlarla yürür. Şimdi 13 ülkeye bakın bizim bu ilişkimize, hepsi ekonomik bakımdan, siyasi bakımdan değil ekonomik bakımdan bizim stratejik partner, ortak gördüğümüz ülkeler. Rusya var, işte Yunanistan’la bu hafta, hepiniz muhtemelen oradaydınız, Yunanistan’la Sayın Başbakanımızın eşbaşkanlığında 12 bakan Yunanistan’dan geldi, bizden de 12 bakan-bakanlık, oturuldu 25 anlaşma imzalandı, 25 anlaşma. Bütün Türk-Yunan tarihinde, Cumhuriyet döneminde 37 anlaşma imzalanmıştı 2011’e kadar, 15 Mayıs 2011’de Başbakanımızla Atina’ya gidene kadar. Orada 23 anlaşma imzalandı, şimdi de 25 anlaşma. Yani, 2 sene, 3 sene içinde toplam 48 anlaşma imzaladık, 87 yılda yapılan anlaşmadan daha fazla. Nasıl oluyor bu? Bir kere önceden mutfak hazırlanıyor, bütün bakanlar gerekli hazırlıkları yapıyor ve herkes maksimum faydayı o toplantıdan almaya çalışıyor.Şimdi Brezilya’yla bunu kurduk. Komşu ülkelerle zaten kurduk. Komşu ülke olup da bizimle bu mekanizmaya girmemiş kimse kalmadı; Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Suriye ve Irak. İnşallah Suriye’de halkın talepleri doğrultusunda meşru bir yönetim işbaşına geldiğinde çok daha güçlü bir şekilde devam edecek, onu söyleyeyim. Mısır, Libya’yla bunu kurduk. Böyle geniş bir havzada hükümetler arası toplantılar yaparak sizin işinizi kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Bakın son dönemdeki çalışmalarımızdan sonra 19 serbest ticaret anlaşması imzaladık. 77 çifte vergi önleme anlaşmasına sahibiz, 84 yatırımların karşılıklı teşviki anlaşması. Kiminle oturursak önce bu ev ödevi gibi bunları yapıyoruz. Ve yine dünyadaki etkimizi artıracak şekilde bütün uluslararası örgütlerle de temasa geçtik. Bütün bunlardaki ilk şey, bu havzayı genişletmektir.

 

Peki, bu yeterli mi? Bu genel perspektifi verdikten sonra üç alanda ben sizlerle biraz daha detaya girmek istiyorum.

 

Birincisi; geleneksel pazarlarımız ve ekonomik entegrasyonumuzun yaşandığı Avrupa Birliği’yle ilişkiler ve bu bağlamda Amerika Birleşik Devletleri’yle de ilişkilere gireceğim.

 

İkincisi; özellikle Ortadoğu çok gündemde olduğu için Ortadoğu’daki gelişmeler bağlamında ekonomik durum ve bundan sonraki hedeflerimiz, çevre bölgeler.

 

Üçüncüsü de; yeni açılım alanları diyebileceğimiz Afrika, Latin Amerika ve Doğu Asya’da iş dünyamızdan beklentilerimiz.

 

Birincisi, Avrupa Birliği. Biz aslında siyasi olarak Avrupa Birliği’nin üyesi değiliz şu anda daha, müzakereleri yürütüyoruz, ama ekonomik olarak 1996’dan bu yana ticaret anlamında Gümrük Birliği’nin parçası olarak Avrupa Birliği’nin bir parçasıyız Bakın 1996’da ihracatımız Avrupa Birliği’ne 12,5 milyar dolardı, şimdi 59,2 milyar dolara ulaştı. İthalatımız 24,5 milyar dolardan 87,5 milyara çıktı. Yani, ihracatımız ithalatımızdan daha hızlı bir artış trendi içinde, bunu daha da sağlam temellere oturtacağız. Avrupa Birliği, bu geniş dediğim coğrafi açılımın en önemli ayaklarından biridir. Demin söylediğim komşu ülkelerle ve çevre bölgelerle bütünleşme kesinlikle veya Rusya’yla ilişkiler kesinlikle Avrupa Birliği’nin alternatifi değildir. Her bir ilişki kendi içinde, kendi doğası içinde kendi kurallarıyla yürür ve büyük stratejik resim, zihnimizdeki büyük stratejik resmin bir parçasıdır, birbirine alternatif değildir. Bu anlamda Avrupa Birliği’yle ilişkilere de önümüzdeki dönemde büyük bir ivme katmaya kararlıyız. Önce vize. Bazen sert gidiyor müzakereler, ama ciddi bir ilerleme de sağlandı. İnşallah, şu anda da hala müzakereleri sürdürüyoruz, 2009’da vize anlaşması için, 2009 troykasıyla yaptığımız görüşmede geri kabul anlaşması, biyometrik pasaport ve entegre sınır yönetimi olarak kriterleri belirlenmiştir. Biyometrik pasaporta 6 ay içinde geçtik, geri kabul anlaşması hiç beklemedikleri şekilde tamamlandı, İçişleri Bakanlığımızla oturduk birlikte çalıştık tamamlandı, ama imza atmadık, paraf da etmedik o zaman. Dediler ki, siz geri kabul anlaşmasını imzalayın, müzakerelere sonra başlayalım. Biraz detay vereceğim ki sizlerin yakından takip ettiğinizi biliyorum. Onun üzerine ilgili komiseri -ki Türkiye’nin dostudur- Cecilia Malmström’le bir telefon görüşmesi gerçekleştirdim, sonra da bizzat görüştüm. Dedim ki, biz artık Avrupa Birliği’nin tutumunu, müzakere yöntemini anladık, zihnimizde bunun sicili var. Avrupa Birliği’ne önceden bir şey verilmez. Onlar ne verirse onun karşılığını doğru tanımlamanız gerekir. 2004 Kıbrıs müzakerelerinden bunu biliyoruz. Sözlü ifadeye güvenmeyiz. Söyledim kendisine. Dedi ki; ben Türkiye’nin dostuyum, merak etmeyin, siz bu imzayı atın, ben vize muafiyet yetkilendirmesini alacağım. Dedim ki; kusura bakma, sana güvenimiz tam, aynen 2004’te Verheugen’e, o dönemin Alman Başbakanı Schröder’e güvendiğimiz gibi. Onlar da bu Kıbrıs’tan evet çıkarsa Türklere izolasyonu kaldıracağız dediler. Ama Avrupa Birliği’ne güvenimiz yok. Söze söz, parafa paraf, imzaya imza, uygulamaya uygulama. Zaten bu gecikmiş bir iş, hakkımız olan bir şey, hakkımız olan bir şey için önceden geri kabul anlaşması, ki geri kabul anlaşmasıyla Türkiye’nin üzerine gelecek külfetler var, biliyorsunuz mülteciler dolayısıyla ciddi şeylerle karşılaşabiliriz, geri kabul anlaşması ile bunun arasında kurduğunuz irtibat ancak böyle olur. 2010 süresince uzun müzakereler gerçekleştirdik, 2011’de yapılan uzun müzakerelerle paraf attık. Karşılığında da yetkilendirmeyi aldık. Yani, karşımızda şu anda serbest geçiş için, vize muafiyeti için görüşmeler yapmak üzere yetkilendirilmiş kişiler var. Parafın karşılığında oturup müzakere edeceğiz. Şimdi de onlar diyor ki, tamam bunu yaptık, yol haritasını çıkardılar. Şimdi de bu yol haritası üzerinden geri kabul anlaşmasını imzalayın; yok. Yol haritasını birlikte tayin edelim, temel parametreleri belirleyelim, siz buna taahhüdünüzü bildirin, ondan sonra imza, uygularken de beraber uygulayacağız. Yavaş gibi gelebilir ama, emin adımlarla gitmek istiyoruz. İnşallah çok uzun olmayan bir süreçte Avrupa Birliği’yle vize, serbest vize uygulamasını gerçekleştirmek için yoğun bir şekilde çalışıyoruz. Bütün bakanlıklarımız, Avrupa Birliği Bakanımız, Bakanlığımız, bütün kurumlar, İçişleri Bakanlığımız çok ciddi katkılar sağlıyorlar. Çünkü, Avrupa Birliği bizim hala ekonomimizin önemli bir unsurudur. En büyük yatırım, dış yatırımların yüzde 75’i Avrupa Birliği kaynaklıdır. Biliyorsunuz İngiltere, Lüksemburg, Hollanda, Avusturya, Almanya ilk beş ülke, bunlardan kesinlikle feragat edemeyiz.

 

Yine bugünlerde gündemde olduğu için rahatlatmak anlamında bir hususu daha sizinle paylaşmak istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri’yle Avrupa Birliği arasında görüşmeler gidiyor, TTIP, Transatlantic Investment Trading Partnership, yani Transatlantik Yatırım Ticaret Ortaklığı. Sayın Kerry’nin Avrupa’ya gelmesi vesilesiyle İtalya’da yapılan Transatlantik yemeğinde bu konu açıldı, ben de kendilerine çok açık bir şekilde bütün Avrupa Birliği bakanları önünde, herhalde Transatlantikten anladığınız coğrafyanın içine Akdeniz de giriyor. Yani bu meseleyi sadece Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasında tamamlanırsa hem gayri adil olur, çünkü bizim Avrupa Birliği’yle Gümrük Birliğimiz var, hem de Transatlantik kavramına ihanet olur, o kavramın dışında kalır, biz bu oyunun dışında kalmayız dedim. Çok açık bir şekilde Sayın Kerry bütün bakanların önünde bizim için bu görüşmelerin en asli unsurlarından, üyelerinden biri Türkiye’dir, dolayısıyla bu ortaklığın parçasıdır. Sonra buraya geldiğinde de daha detaylı konuştuk, burada da açıklama yapıldı. Bu bizim için hayati bir konu, çok yakından takip ediyoruz. Çünkü model ortaklık, strateji ortaklık diyoruz ama Amerika Birleşik Devletleri’yle Türkiye arasındaki ulaştığımız ticaret rakamlarından memnun değiliz. Ve Avrupa Birliği aynen Meksika’yla, Güney Kore’yle yaptığı gibi Amerika Birleşik Devletleri’yle de bizim dışımızda bir serbest ticaret anlaşması yaparsa, bizim buradan kaybımız büyük olur. Onun için Sayın Obama’nın 4 sene önce geldiğinde kurduğumuz ekonomik mekanizmaları harekete geçireceğiz ve inşallah bu TTIP’nin parçası olacak Türkiye, bunun için de müzakereleri bir an önce başlatma kararı aldık, Amerika Birleşik Devletleri’yle bu anlamda dünyanın küresel ekonomik gücüyle daha yakın irtibat içinde çalışacağız.

 

Şimdi krizli bir bölge, Ortadoğu’ya baktığımızda büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Geçen yüzyıl içinde, bunu söylediğimde yine yanlış yorumlayanlar oldu, evet, parantezi kapatacağız, bu bölgeyle ilgimiz anlamında uzak düştüğümüz bölgelerle yakın ilişkiler içerisine gireceğiz.

 

Geçen yüzyıl içinde 3 büyük dönüşüm yaşandı Ortadoğu’da. Birisi; Osmanlı’nın dağılması ve sömürge yapılarının doğmasıdır. İkincisi; İkinci Dünya Savaşından sonra soğuk savaşla birlikte çift kutuplu etki alanları ve ulus devletlerin doğuşudur. Üçüncüsü de şimdi yaşanıyor arkadaşlar.

 

Biz birincisinde zaten toprak kaybıyla Anadolu’ya çekilmiştik, bu ülkelerle aramızda İngiliz ve Fransız sömürge alanları girdi; Suriye’de Fransız, Irak’ta İngiliz, Mısır’da İngiliz sömürge alanları. Koptuk, ekonomik olarak doğal parçalar birbirinden etle tırnağın ayrılması gibi ayrıldı, Halep’le Antep’i ayrılması gibi ya da İskenderiye’yle Mersin’in, İskenderun’un ayrılması gibi.

 

Soğuk savaş döneminde karşılıklı önyargılar vardı. Biz Batı kampındaydık, birçok Ortadoğu, Suriye, Irak, Mısır gibi ülkeler önce Sovyetler’in safındaydı, sonra Mısır saf değiştirdi, bir soğuk dönem yaşandı ve ulus devlet oluşumları esnasında da Osmanlı karşıtı ve birçok fikirler oraya zerk edilmeye çalışıldı. Şimdi büyük bir fırsat var önümüzde. Bunu fırsatçılık anlamında söylemiyorum, yeni bir dönüşüm yaşanıyor, biz bu dönüşümde Türkiye’yi, Anadolu coğrafyası koptuğu bu doğal havzalarla tekrar bütünleştireceğiz; devletimizin stratejisi budur. Türkiye’yle Mısır tekrar karşılıklı komşu haline gelecek ve Türkiye’yle Libya tekrar bir hat oluşturacak. Bunu söylediğimizde de esas bunu yapacak olanın ekonomi olduğunu, sizler olduğunun bilincindeyiz.

 

Biliyorsunuz, Libya’da, tarihi bir imtihandır, 1911’te Trablusgarp Harbiyle çekildik, 2011’de de tarihimizin en büyük tahliye hareketini yaptık, 25 bin vatandaşımızı 10 günde Libya’dan aldık. O gün yaptığım televizyon konuşmasında Libyalılara hitaben şunu söyledim: Sakın ola ki zor günümüzde Türk kardeşlerimiz bizi terk ediyor demeyin, tekrar daha güçlü bir şekilde dönmek için sadece izin istiyoruz. Biz bu coğrafyalardan kopamayız. Bizi koparmak isteyenler o coğrafyanın kaynakları üzerinde hesap yapanlardır. Bu korkuları, bu dürtüleri tekrar harekete geçirmek isteyenler, içeride ve dışarıda isteyerek veya istemeyerek aslında Türkiye’nin büyük insan gücünün Ortadoğu’nun büyük doğal gücüyle birleşmesini engellemek isteyenlerdir ya da Türkiye’yi içine kapatarak kendi iç etki alanlarını muhafaza etmek isteyenlerdir. Herkes olacak Kuzey Irak’ta, ama Türkiye olmayacak; mümkün mü? Herkes ve her büyük enerji şirketi bütün Ortadoğu’da hareket halinde olacak, bizim enerji şirketlerimiz belli bölgelere girdiğinde soru işaretleri olacak.

 

Müteahhitlerimize, hepsine teşekkür ediyorum, buradaki temsilcilerini görüyorum, büyük bir iftihar vesilemizsiniz ve sizin yaptığınız, koyduğunuz her taş yurt dışında Türkiye’de ekonomimizin üzerine konmuş taş üzerine taş, bir bina inşa etmek anlamına gelir. Ama artık sadece müteahhitlik alanı değil, enerji alanına girmenizi istiyoruz.

 

Birisi şöyle bir söz sarf etmiş Libya’da, bırakalım Türkler inşaat yapsın, diğer ülkeler de enerji. Yok arkadaş, biz girdik mi artık bütün sektörlere girmeliyiz, çünkü buna gücümüz var. Birliktelikler oluşturalım, büyük konsorsiyumlar kuralım, çok büyük şirketlerimiz var, daha da büyük şirketler oluşturmak lazım özellikle enerji sektöründe.

 

Ama artık, hani eskiden su akar Türk bakar gibi bir şey vardı, kırdık onu, bundan sonra da çevremizde doğal gaz akar, petrol akar, Türk bakar dedirtmeyeceğiz. Bu coğrafya bütün enerji hatlarının geçtiği coğrafya olacak, bu coğrafyalarda ortaya çıkan her türlü enerji projesinin içinde, yanında, kenarında da biz olacağız, ulaşım koridorlarının üzerinde olacağız.  Artık siz de şirket planlamalarınızı, biz devlet olarak planlama yaparken şöyle haritayı önümüze alıyoruz, nereden açılabiliriz, ne yapabiliriz diye, siz de öyle. Mümkün olduğu kadar zihinlerdeki tabuları yıkarak ilerleyebilmemiz lazım.

 

Yine dış politika analiz derslerinde ben öğrencilerime şunu söylerim: Uzun dönemli plan yaparken sınırlar yokmuş gibi düşünün. Sınırlara saygı duyarsınız, ama nihayet enerji nereden nereye gidecek, su nereden nereye akacak, barajlar nerede yapılacak, trenler nereden nereye hareket edecek, bunu görmek isterseniz doğal yerlere bakmanız lazım.

 

15 sene önce Türkiye’yle Gürcistan kapısındaki Sarp Köyü, duvar gibi birinden ayrılmıştı. Şimdi pasaport kullanılmıyor, sınır kalmadı fiilen; bunu görebilmek lazım. Ekonomide avantaj sağlamanın en önemli araçlarından biri budur.

 

Onun için, Ortadoğu’daki ülkelerin büyük dönüşüm geçirdiğinin farkındayız, krizlerinin farkındayız. Orada riskin diğer yerlere göre biraz daha fazla olduğunu görüyoruz. Ama sizden ricamız, mümkün olduğu kadar bu ülkelere erken dönemlerde girin ve her sektöre girin, yardımcı olmak üzere girin, onlara ticareti, özel sektör kültürünü öğretmek üzere girin, ortaklıklar kurun. Mesela Mısır’da bulunan şirketlerimize müteşekkiriz. Sayın Cumhurbaşkanımızla gittiğimizde toplandık, Mısırlılara bir taahhüdümüz vardı, bu kritik dönemde şirketlerimiz sizi terk etmeyecek. Terk etmediler ve şu anda Türk şirketlerin Mısır’daki itibarı olağanüstüdür diğer bütün alanlarda.

 

Biz sizin önünüzü açmaya çalışıyoruz. Mesela şimdi Ürdün Kralı Abdullah’ın ülkemizi ziyaretinde en önemli zihnimizdeki oluşan projelerden biri, Sayın Başbakanımızla olan görüşmede daha detaylı üzerinde durduk, Akabe Limanını Türk iş adamları için Türkiye’nin yoğun olarak kullandığı bir liman haline getirmek istiyoruz. Özellikle de Suriye’deki gerilimi de göz önüne alarak ve Akabe Limanın hemen arkasında, yani arka hinterlandında büyük bir Türk endüstri bölgesi kurma kararı aldık. İlgilenenlere şimdiden duyuruyoruz. İnşallah önümüzdeki günlerde teknik elemanlarımız çalışacak. Başbakanımızın Ürdün seyahatinde de, hem Akabe Limanından Kızıldeniz’e ve Hint Okyanusuna gidecek deniz ulaşımının Türk gemicileri tarafından yapılması, hem de Akabe Limanın hinterlandında büyük bir Türk-Ürdün endüstri bölgesinin oluşması çabası içindeyiz ki oradan Körfez’e irtibat sağlayabilelim.

 

Bölgede 4-5 tane önemli liman var Hint, Kızıldeniz ve ötesini kapsayan; Akabe, Aden, Dubai... Biz istiyoruz ki, şimdi Yemen politikamızda sadece Sana yok, Aden’e yönelmek istiyoruz ki oradaki ticaret hattında etkimiz olabilsin.  Hem kardeşlerimiz olduğu için Somali halkına, hem de tarih boyu Mogadişu’nun en önemli limanlardan biri olması dolayısıyla Mogadişu’ya büyük yatırım yapıyoruz. Ve Mogadişu’da yeni açtığımız Büyükelçilik dünyadaki en büyük büyükelçiliklerden biri olacak, 80 dönümlük bir alanda, limanın hemen yanında. İstiyoruz ki oradan Afrika ticaretimize yeni bir hat açılsın. Eritre’ye büyükelçilik açıyoruz Asmara’ya, çünkü o bölgedeki en önemli giriş alanlarından biridir orası. Bunu mümkün olduğu kadar sizinle de istişare ederek, bazı arkadaşlarımızla da görüşerek, ama önümüzde liman nerede, kaynaklar nerede, bunları gözeterek yapmaya çalışıyoruz.

 

Türkiye’nin Suriye politikası bağlamında büyük ekonomik kayıplarımız olduğu şeklinde şimdi çok eleştiriler geliyor. Size bazı rakamlar vereceğim. Geçen sene Suriye’yle ticaretimiz önemli ölçüde azaldı, doğrudur, 570 milyon dolara düştü. 503 milyon bizim ihracatımız, 60 milyon dolar civarında onların. Ama bir başka rakam vereyim Ortadoğu’yla ticaretimiz bağlamında. Suriye ve Irak’ta yaşanan güvensizlik ortamına rağmen 2011’le 2012 arasında Ortadoğu’ya toplam dış ticaretimiz yüzde 33,5 artış gösterdi, 59,5 milyar dolara ulaştı. Bir yılda yüzde 33 artış. İhracatımız 5,9 arttı ve 38,6 milyar dolara ulaştı. Ortadoğu’ya ticaret fazlamız yüzde 64,9 artıp 17 milyar 750 milyon dolara ulaştı. Bu şunu gösterir: Bir ülkede konjonktürel kriz yaşayabilirsin ama bölgenin bütününü kuşattığınız zaman ileriye dönük olarak o açıkları kapatırsınız. Şu anda son bir yıl içinde 2011’den 2012’ye geçerken, Ortadoğu’da yavaş yavaş geçiş hükümetleri kurulup göreceli istikrar sağlandığı için bu artışları temin ettik. Daha da artacak, yatırımlarımız orada daha da fazla olacak.

 

Yine bu bölgelere dönük dengeyi sağlamak bağlamında birkaç rakamı sizinle paylaşmak istiyorum. Bundan 10 sene önce Türk ekonomisi büyük ölçüde Avrupa Birliği’ne bağımlı haldeydi, yüzde 60-65 civarında dış ticaretimiz Avrupa’ylaydı, tabii Avrupa’yla ilişkilerimizi geliştirmek durumundayız. Ama eğer sadece Avrupa bağlamında kalmış olsaydı ilişkilerimiz o bağlantılarla, Avrupa’da kriz olduğunda Türkiye’de de büyük bir ekonomik krizi yaşardık. Biz Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizi geliştirerek, ama bir taraftan da diğer alanları açarak, özellikle Ortadoğu ve Afrika’yı açarak bu şeyi kapatmaya çalıştık. Bakın, Avrupa Birliği’yle 2002’deki toplam ticaretimiz 28,4 milyar dolar ihracatımız, şimdi 59 milyar dolar. Yani, ihracatımız iki misline yakın artmış. Ama ihracatımız içindeki Avrupa Birliği’nin oranı yüzde 54,6’dan yüzde 38’e düşmüş. Bütün Ortadoğu’ya yaptığımız ihracat 2002’de 3,1 milyar dolar, şimdi ise 38,6 milyar dolar, 10 mislinden fazla. Hani Ortadoğu politikamızın ne kadar doğru olduğu konusunu tartışmaya açanların kulaklarına küpe olsun diye söylüyorum; bu politika doğrudur ve sürdürülecektir. 38,6 milyar dolar bizim için küçük bir rakamdır, inşallah önümüzdeki dönemde bu 386 milyar dolar olacak. Bütün Ortadoğu’da en büyük sanayi kapasitesine sahip ülke biziz, bunu yapabiliriz.

 

Bakın Afrika’da 1,7 milyar dolarmış bütün ihracatımız 2002’de, şimdi 13,4 milyar dolar, yine 10 misli artmış. Afrika politikalarımızda işadamlarımızın gerçekleştirdiği mucizeye teşekkür etmek istiyorum. Etiyopya örneğini hep veriyorum, 5 sene önce 1 şirket vardı, 50 milyon dolar yatırımımız vardı. Şimdi 341 şirketimiz var, -Kasım rakamları, ben oraya gittiğimde söylenen- 3 milyar dolar yatırımımız var. Ve Etiyopya’da Başbakan, eski Dışişleri Bakanı yakın arkadaşımdır, neredeyse yalvarıyor, size istediğiniz kadar alan verelim burada serbest ticaret bölgesi, serbest endüstri bölgesi kurun diye, çünkü bu şirketlerimiz 30 bin Etiyopyalıya iş sağlıyor.

 

Asya’ya ticaretimiz 2,1 milyar dolardı 2002 yılında, şimdi 14,4 milyar dolara ulaştı.

 

Şimdi bütün bu rakamları yan yana koyduğunuzda çok daha dengeli bir dağılım vardır. Afrika, Ortadoğu, Avrupa arasında ve yumurtaları tabiri caizse farklı sepetlere koymuş durumdayız. Sizden talebimiz, beklentimiz; bu açılımlara paralel şekilde ufkunuzu da genişletmenizdir.

 

10 sene önce bazı pilot ülkeler tespit etmiştik. Hepsiyle çok iyi noktaya geldi ilişkilerimiz. Biri Brezilya olmak üzere Güney Kore, Güney Afrika, Çin gibi ülkelerle ilişkilerimiz çok iyi noktalardadır. Lütfen bu imkanları değerlendirin. Brezilya’ya beraber gittiğimiz dostlarımız var burada, ilk gittiğimiz ortamla bugünkü çok farklı. Türkiye-Brezilya ilişkisi, coğrafyaları bu kadar farklı olan iki ülkenin ne kadar yoğun bir ilişkiye girdiğini göstermek bakımından literatüre geçen bir ilişki haline geldi.

 

Afrika’da son 4 yıl içinde büyükelçiliklerimizin sayısı 12’den 34’e çıktı. Arkadaşlar görüntü var dediler ama, var mı? Şimdi sadece dış politika vizyonuyla ekonomi vizyonu arasındaki ilişkiyi göstermek için bunları size takdim etmek istiyorum.

 

Bu, 2002’de Türkiye’nin Afrika’daki temsilidir. Gördüğünüz gibi eskiden beri tarihi irtibatlarımızın olduğu ülkelerden sadece Kuzey Afrika ülkeleri var. Sonra da Kenya, Kongo, Nijerya, Senegal ve Güney Afrika gibi noktasal açtığımız büyükelçilikler var.

 

Şimdi 2012’yi verin. Şu anki durumumuz bu. Bu eski harita, yenisini verin. Bakın eski diyorum, çünkü Çad’a da açtık, Benin’e de açtık, Gine’ye de açtık, Kongo’ya da açtık, yani şu pembe görünenler açılma planı içinde olanlardı. Şimdi sadece Orta Afrika Cumhuriyeti kaldı orada, iç problemleri olduğu için Togo, Liberya, Sierra Leone’de temsilciliğimiz bulunmamaktadır. Şu anda Afrika’da en çok büyükelçiliği olan ülkeler arasındayız, şu anda 34 büyükelçiliğimiz var. 2 tane de bu sene açacağız.

 

Bunu Latin Amerika’ya da yansıttık. Latin Amerika haritası yok herhalde. Peki, dünya haritasına bakalım, bakın bu 2002’de bakın yine Afrika, Latin Amerika’yı görüyorsunuz. Şimdi 2012’yi gösterin. Şu da 2012. Latin Amerika’da Bolivya, Paraguay’la, Uruguay kaldı ortada. Şimdi bu sene Dominik Cumhuriyeti’yle Panama’ya da açıyoruz. Dolayısıyla, gördüğünüz gibi bayrağımızın rengiyle boyanmamış bölge veya ülke kalmadı.

 

Doğu Asya’da Myanmar’a açtık, Sri Lanka’ya açtık, şimdi de Kamboçya’ya açıyoruz, Burma’ya açıyoruz. Myanmar’a özellikle dikkatinizi çekmek isterim, işte Rohingya Müslümanlarına yapılan zulümle gündeme geldi. Gidişimiz, oradaki şehitlerimiz, onları çok konuştuk sizinle. Ama büyük potansiyeli olan bir ülkedir. Biz oraya açıkçası büyükelçilik açmaya 2 sene önce üç sebeple karar verdik. Bir; dünyaya açılıyorduk ve herkes Myanmar’a girecek, biz daha önce girelim düşüncesindeydik, nitekim öyle oldu. İkincisi; orada şehitlerimiz vardı. Üçüncüsü; Rohingya meselesi de dahil olmak üzere bölgedeki ilgilendiğimiz gruplar vardı. Birkaç vesileyle söyledim, yaklaşımımızı görmeniz için tekrar vurgulamak istiyorum. Bizde bir gelenek vardır, büyükelçiler gittikleri ülkeye gitmeden, yani yola çıkmadan önce gelirler ve son talimatları alırlar Bakanlıktan. Büyükelçimiz geldi, genç, dinamik bir Büyükelçimiz. Talimatınız nedir Sayın Bakanım, ne yapmamı istersiniz ilk olarak? Dedim ki; önce şehitlerimizin mezarlarını bulacaksın, çünkü orada izleri çok az kalmış olmakla birlikte onbinlerce askerimiz Dünya Savaşında esir götürüldü İngiltere tarafından, en az 6-7 bin şehidimiz orada şuan. Ben akademik hayattan biliyorum, üç yeri söyledim, gidip şuralarda olmaları muhtemel, çıkartın, daha önce böyle bir çalışma yapılmıştı. Ve oralara gideceksiniz, yerlerini tespit edeceksiniz. Yanınızda bir Kur’an-ı Kerim, bir de bayrak götüreceksiniz. Başlarına bayrağı dikip Kur’an-ı Kerim’i ve uğrunda öldüğünüz değerleri buraya getirdik deyip Myanmar’a girerken şehitlerimizin manevi ruhaniyetinden izin alarak gireceksiniz. Bu onlara olan borcumuzun bir tezahürüdür. Ben o şehitlerin annelerine-babalarına hiç ulaşmamış mektuplarını biliyorum. Ve o şehitler, sonra gittiğimde tek tek gerçekten yerlerini tespit ettik, ben gittiğimde ziyaret ettim. Şimdi Myanmar Genelkurmay’ında da izin aldık, şehitliklerini tek tek yapıyoruz. Emin olun mezar taşları var, oradaki Müslümanlar o mezar taşları yok olmasın diye bir caminin içinde toplamışlar, on yıllardır onları nesilden nesile orada saklıyorlarmış. O Müslümanlar, Myanmar Müslümanları beni görünce sarıldı hüngür hüngür ağladı. Böyle bir tarihi geçmişimiz var bizim. Bu tarihi geçmişle bize öylesine gönülden bağlı olan insanlar var ki, aynen Somali’de olduğu gibi, Myanmar’da olduğu gibi o insanlara ulaşacağız, dertlerine deva olacağız. Biz sadece ekonomik çıkar için gitmeyeceğiz. Ama o bağları da sadece güzel günlerde hatırlamak için kullanmayacağız, ekonomik olarak da oralara gireceğiz. Madem ki bu kadar büyük tarihi birlikteliğimiz var. Sonra dedim gideceksiniz Rohingya Müslümanlarına ve tabii oranın ekonomik sektörüyle işbirliği içine gireceksiniz. Sizlere söylüyorum, Myanmar önümüzdeki dönem yükselen ülkelerinden biri olacak. Myanmar, büyük enerji ve su kaynakları bakımından yatırım yapılabilecek alanlardan biridir.

 

Doğu Asya’da Sri Lanka ve Kamboçya’da açtık. Latin Amerika’yı söyledim zaten, Afrika’yı. Biz büyükelçilikler açılırken önümüze istatistikleri alıyoruz, milli geliri nedir, kaynakları nedir. Mesela Botsvana, açmamıştık, Botsvana Dışişleri Bakanı geldi kendi talep etti. Sonra tetkik ettik, çok zengin. Kendi de söyledi, çok büyük maden kaynaklarımız var ve biz sizlerle birlikte bunu değerlendirmek istiyoruz. Afrika’nın güneyinde bir ülke Botsvana, şimdi açtık, orada mor gözüküyor açılma aşamasında diye, şimdi açıldı. Gelin birlikte çalışalım dedi. Afrikalılar özellikle, yani bunu sadece Müslüman Afrika, Kuzey Afrika için demiyorum, diğer Afrika, ister Müslüman, ister Hristiyan, ister Animist olsun, gördüklerinde ben onlara brother diye hitap ediyorum, onlar bize brother diye. Bir tanesi dedi ki, Kamerun Dışişleri Bakanı; siz bizim farklı tenlerdeki kardeşlerimizsiniz. Halbuki Kamerun’la bizim öyle tarihi bir birliğimiz yok. Çünkü siz bize tepeden bakmıyorsunuz. Karşılaştığımızda kucaklaşıyorsunuz. Yardım getiriyorsunuz. TİKA’nın ofisini 34’e çıkardık. Her bir kuyuyu açıyoruz, o kuyudan çıkan suyla bereketli bir yardım kampanyası başlatıyoruz, ama onu öyle de bırakmıyoruz, arkasından büyük bir yeni ekonomik kalkınma dalgasını getiriyoruz. Bugün Somali’de Sayın Başbakanımızın ziyaretinden sonra gerçekleştirilen yardımlar bir efsanedir. Tekrar Türk Hava Yolları’na teşekkür ediyorum, TİKA’ya teşekkür ediyorum. Aslında bütün bu örnekler bizim nasıl entegre çalıştığımızı da gösteriyor. Artık hani Türk gibi başla, işte İngiliz gibi bitir; böyle hani biz heyecanla başlarız, arkasını getirmeyiz anlayışı yok. Gün be gün takip ediliyor. Somali’de şu ana kadar 2 sene önce planlayıp da yapmadığımız hiçbir şey yok. Büyükelçilik açacağız dedik, Afrika’da çok sosyal etkinlikte bulunmuş bir doktor arkadaşımızı Büyükelçi tayin ettik. Mogadişu Havalimanını uluslararası uçuşa açacağız dedik, rehabilite ettik, açtık. Şu anda kim Somali’ye uçmak isterse İstanbul’dan gitmek zorundadır. Parlamento binanızı yapacağız dedik, yapıyoruz. 2011’de Başbakanımızla gittiğimiz Mogadişu yok artık. Birkaç ay önce gittiğimde insanların güvenle sokakta dolaştığı yeni bir Mogadişu vardı. Türk diasporası Türk Dünyası İş Konseyi kurdu, teşekkür ederiz. Ama sizden bir ricamız da şu: Bir de gönül diasporası yani Türkiye’ye gönülden bağlı olanların da içinde olduğu bir diaspora kurun. O zaman göreceksiniz ki dünyanın her yerindeki Somalili bu diasporanın bir parçasıdır. Finlandiya Helsinki’ye gittim. Dediler Tatar kardeşlerimiz de dahil olmak üzere Türk vatandaşlarımız görüşme talep etti. Ayrıca da oradaki 40 binlik Somali diasporası görüşme talep etti. Ve söyledikleri şu: Biz, sizler Somali’ye gidene kadar kendi ülkemize gitmekte tereddüt ediyorduk, sonra utandık ve biz daha çok gitmeye başladık. Bu yüzden Somali tecrübesi hepimizi gururlandırmaktadır. Nerede olursa olsun Somaliler şimdi Türk kardeşlerinin yaptıklarından bahsediyor. Bir toplantıda Somali için konferans tertip eden bir ülkenin Dışişleri Bakanı oradaki Somali diasporasıyla toplanıyor ve yaptıklarını anlatıyor. Somali diasporası temsilcisi kalkıyor ve diyor ki; Bütün Somaliler adına söylüyorum, siz sadece büyük toplantıları lüks otellerde yapıyorsunuz. Ama Türk kardeşlerimiz bizimle birlikte kaderimizi paylaşıyorlar, orada bizimle birlikteler. Ve sivil toplum kuruluşlarımızla gurur duydum, sivil toplum kuruluşlarımızın gittiği her bir sokakta bir Türk bayrağı vardı.

 

Vaktinizi çok aldığımı biliyorum, ama yıllık buluşma olunca bütün bu konuları paylaşma ihtiyacı içine girdim.

 

Bu açılım hamleleri dışında bir de tabii yine sizin işinizi kolaylaştırmak, sizin ufuklarınızı daha da ileri noktalara taşıyabilmek için önemli bir çalışmamız da, dünyadaki bütün uluslararası ekonomik örgütlere üye olmaktır. Eskiden mesela Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Avrupa Birliği veya Ekonomik İşbirliği Teşkilatı vardı. Son 4-5 yıl içinde biz ASEAN’a ortak üye yani işbirliği üyesi olduk. Şanghay İşbirliği Örgütüne gözlemci olduk. MERCOSUR’a, yani Latin Amerika Ekonomik İşbirliği Alanına üye olduk. Afrika Birliği’ne gözlemci üye olduk. Türk-Arap Ekonomik Forumu kurduk. Türkiye ile Körfez İşbirliği Konseyi arasında stratejik diyalog mekanizması kurduk. Karayip ülkeleri örgütüne gözlemci üye olduk. Şu anda çok iddialı bir şekilde söylüyorum; bizim üye, gözlemci üye, stratejik ortak, diyalog ortağı olmadığımız hiçbir uluslararası örgüt kalmadı. Bu da şunun için önemli: Bunlarla tek tek serbest ticaret anlaşması yapmaya çalışıyoruz MERCOSUR’la. Ve nihayet G-20 üyesiyiz. Hani G-20’ye eskiden de üyeydik, ama şimdi G-20’nin bir başarı hikayesi olan bir ülkesiyiz ve 2015 yılında da G-20’ye ev sahipliği yapacağız. G-20’ye ev sahipliği yaparken, en az gelişmiş ülkeler platformunun, dünyanın en az gelişmiş 47 ülkesine de burada ev sahipliği yaptık. Bir taraftan zenginler kulübündeyiz, bir taraftan da fakirler kulübünün hamisiyiz. Aynen Türkiye içinde olduğu gibi; devlet o devlettir ki kudret ile merhameti ve şefkati bir arada barındırır. Devlette kudret olur şefkat olmazsa, o devlet zulme gider. Devlette şefkat olur kudret olmazsa, acziyet olur. Bizim devlet anlayışımız, kudretle şefkati birleştiren anlayıştır. Uluslararası dış politika ve uluslararası düzen anlayışımızda kudretle şefkati kardeş ülkelere, dost ülkelere, ama dünyanın her yerine taşıyabilen devlet anlayışıdır.

 

Şimdi müsaade ederseniz aramızdaki aile hukukuna dayalı olarak büyükelçilerimize verdiğimiz talimatı size de tekrar etmek istiyorum. Bu talimat, Atatürk tarafından İstiklal Harbinde askerlerimize verilmişti. Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o sathı ise bütün vatandır. Ben Bakan olduğumda ilk talimatım Bakanlığa, bundan sonra hattı diplomasi yoktur sathı diplomasi vardır, sathı ise bütün dünyadır demiştim.

 

Şimdi size de diyorum ki; hattı iktisat yoktur sathı iktisat vardır, o sathı ise bütün küredir.


Tekrar saygılarımı sunuyorum.