Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Düşünce Araştırma Vakfı'nın "2012'de Türk Dış Politikası ve Gelecek Ufku" Konferansında Yaptığı Konuşma, 27 Aralık 2012, Ankara

Stratejik Düşünce Araştırma Vakfı değerli Başkanı,

Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Sayın Aktay,

AB Uyum Komisyonu Başkanımız,

Değerli milletvekillerimiz, çok değerli akademisyen arkadaşlarım,

Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün değerli mensupları;

Her şeyden önce sizleri saygıyla, muhabbetle selamlıyorum.

Çok önemli bir zamanlama ile uzun zamandır aslında ziyaret etmeyi düşündüğüm Stratejik Düşünce Enstitüsü’nü ziyaret etme imkanı bulduğum için de çok memnunum. Çünkü yılın son haftasına girdik, bir anlamda bir yıllık bir muhasebe imkanı veriyor bize. Böyle seçkin bir heyet huzurunda bu muhasebe imkanını bulmaktan da memnunum.

Yasin Beyin çok isabetli bir şekilde vurguladığı gibi, büyük bir uluslararası değişim sürecinden geçiyoruz. Bu değişim süreci içinde dinamik toplumlarda, dış politika, ekonomi, siyasi gelişmeler, kültürel, hep dinamik bir şekilde seyrediyor. Beni en çok memnun eden hususlardan birisi, özellikle teorik ve pratik yansımaları itibarıyla dış politikadaki dinamik gelişime paralel olarak düşünce kuruluşlarımızdaki sayısal ve muhteva artışıdır. 10 yıl öncesine bir gidersek, düşünce kuruluşlarımızın sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Onun içinde de uluslararası aktivite yapanlar çok daha sınırlıydı. Ama şimdi sadece Ankara’da çok sayıda düşünce kuruluşumuz var, İstanbul’da var, Türkiye’nin değişik yerlerinde, üniversitelerimizde var. Bunlar sadece Türkiye’de ulusal temelde değil, uluslararası alanda da çok önemli etkinliklerde bulunuyorlar.

Bir ülke eğer dış politika dinamizmi, ekonomi dinamizmi, siyasi dinamizmi ile düşünce dinamizmi arasında bir irtibat kurabilirse gelecek vaat edebilir. Ama eğer pratik düşünce hızında gelişemiyorsa ya da düşünce üretimi pratik hıza yetişemiyorsa, bir müddet sonra alternatif politikalar oluşturma konusunda da büyük sıkıntılar yaşamaya başlarız. Ben bunu bir öğretim üyesi olarak da, şu anda siyaset yapan bir Bakan olarak da yakından hissetim, yaşadım. Bu açıdan akademik bakımdan, düşünce üretimi bakımından son derece önemli bir dönemde yaşıyoruz. O kadar çok yapılacak çalışma, o kadar çok üzerinde düşünülecek konu var ki, sadece Arap toplumundaki değişimin psikolojik boyutu, sosyolojik boyutu, ekonomik arka planı, uluslararası etkileri, kimlik sorunları konusunda herhalde onlarca soru ve bu çerçevede üretilecek onlarca tez vardır. Bu açıdan, Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne teşekkür borçluyuz, gerçekten çok önemli çalışmaları hayata geçirdiler, güzel çerçeveler çizdiler. Bu noktada, müsaade ederseniz yine Yasin Bey’in dikkati çektiği bir hususa atıfta bulunarak biraz teorik bir giriş yapmak istiyorum.

Dış politika analizlerinin kalıcılığı ve etkisi, biraz da o analizde kullanılan yöntemle ilgilidir. Kitabımın girişinde vurguladığım tasvir ile derinlikli stratejik analiz arasındaki fark da biraz bu. Eğer günlük resim çekerseniz, o günlük resim içindeki aktörleri statik kabul edersiniz, ulaştığınız yargılar bir müddet sonra sizi yanıltabilir. Ama eğer bir süreç analizi yaparsanız, yani değişik dönemlerde çekilen resimleri arka arkaya getirerek, o resimler arasındaki değişimleri analiz etmeye yönelirseniz çok daha kalıcı tahliller yapabilirsiniz.

Bu perspektiften baktığımızda bir süreç analizi şeklinde 2012’ye gelmek istiyorum. 2012 boşlukta bir yıl değil, son 23 yılın değişimlerinin yansıdığı bir yıl. Niçin 23 yıl dedim? 1989 soğuk savaşın bitişini esas alırsanız, o günden bugüne 23 yıl geçti.

Bir başka vesileyle vurguladığım, bir deprem analojisiyle girmek istiyorum 2012’ye.

Bu 23 yıl içinde 3 büyük deprem yaşadık.

Birisi; 1989-1991 arasında ön şokları ortaya çıkan, ama 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte gerçek depremi bize yaşatan “jeopolitik deprem”. Bu dönemde Avrasya haritası yeniden şekillendi; soğuk savaş jeopolitiği sona erdi; yeni jeokimlikle, jeoekonomik parametreler üzerinde yeni devletler ortaya çıktı. Depremin yaşandığı fay hattı Balkanlar’dan Kafkaslar, Orta Asya’ya kadar uzandı. Biz hala o depremin artçı şoklarını bazen Kosova kriziyle, bazen Bosna kriziyle, bazen Azerbaycan-Ermenistan, bazen 2008’de olduğu gibi Gürcistan-Rusya krizleriyle yaşıyoruz. Hala o jeopolitik hat sağlam bir zemine oturamadı. Birçok önemli ilerleme sağlandı; NATO üyelikleri, Avrupa Birliği üyelikleri; AGİT’in yeniden yapılandırması; Avrupa Konseyi’ndeki gelişmeler gibi konular da bunlara dahil. Ama orada önemli bir problem yumağıyla halen karşı karşıyayız. Buna Avrupa’daki dönüşüm bağlamında da tekrar değineceğim.

İkinci önemli deprem, 2001 yılında, 11 Eylül’le birlikte yaşanan depremdir. Birinci depremde yükselen değer özgürlüktü, demokrasiydi. Hatırlarsanız o depremin teorisi de Fukuyama’nın “tarihin sonu” teziyle ortaya konmaya çalışılmıştı; yani “öyle bir dünyaya geldik ki, liberalizm hedeflerine öylesine ulaştı ki, artık tarihin sonu geldi”. Ben o zaman bir doktora öğrencisiydim. 1989 yılında mukabil bir makale yazmıştım; “tarihin sonu gelmedi, bu tarih bundan sonra daha hızlı akacak” demiştim. Çünkü teknolojik gelişimin böylesine hızlı yaşandığı, sosyal insani hareketlerin bu kadar arttığı, hareketliliğin arttığı bir dönemde tarihin daha hızlı akması beklenir, daha yavaş değil. Bu tez bir müddet sonra tabii geçerliliğini yitirdi, çünkü o jeopolitik deprem bunun geçersizliğini ortaya koydu.

2001’deki deprem bir güvenlik depremi ortaya çıkardı. Özgürlük ve demokrasi değil, temel kavramsal çerçeve güvenliğe oturdu ve 11 Eylül’den sonra neredeyse bir küresel sıkıyönetim ilan edildi. Bu küresel sıkıyönetimde güvenlik politikaları ağırlıklı oldu; Afganistan, Irak müdahaleleriyle, takip edilen göç politikalarıyla, pasaport kuyruklarındaki tutumdan ülkelerin aldıkları tedbirlere kadar terörizme karşı oluşturulan, ama bütün dünyada bambaşka, tam tersi bir eğilimi ortaya çıkaran bir deprem yaşandı.

Şimdi üçüncü büyük depremin içindeyiz. Bu da 2008’de ön şokları ortaya çıkan küresel krizle ve küresel ekonomi politiğin yavaş yavaş eksen değiştirdiği kanaatini yaygınlaştıran 2010 Avrupa kriziyle ve onun paralelinde gelişen Arap Baharı ile 2010 Aralık’ından itibaren bir ekonomik politik depremle karşı karşıyayız. Ben buna ekonomik politik deprem diyorum.

Jeopolitik, güvenlik ve ekonomik politik deprem…

Biz Türkiye açısından bu 23 yılı değerlendirdiğimizde açık söylemek gerekirse, birinci depremin aslında kazanan tarafındaydık. Eğer birinci deprem bir aktör tarafından bitirilmişse bu NATO’ydu. NATO soğuk savaşta Varşova Paktına karşı bir zafer kazanmıştı. Yani, uzun yıllar süren mücadele neticesinde bizim de içinde bulunduğumuz pakt, ittifak sistemi soğuk savaşın galibiydi. Ancak, dikkat ederseniz o dönemde takip ettiğimiz politika haklı olarak - haklı demeyeyim - mazur görülecek gerekçelerle proaktif olamadığı için bu jeopolitik depremin bütün bedellerini neredeyse biz ödemek zorunda kaldık. Yani, hiçbir ülke o sırada böylesi bir değişime hazır değildi. Bosna Hersek savaşı söz konusuysa ister istemez oradaki insani trajediye, Kosova’daki insani trajediye, Karabağ’daki gelişmelere dönük olarak iç siyaset kültürümüz değişmeye başladı, dışarıya bakışımız, halkın bilinçlenmesi “buralara daha çok katkıda bulunalım” şeklindeydi. Ama devletimizin ekonomik kapasitesi ve siyasi vizyonu bunu karşılayacak ölçüde değildi değişik nedenlerle. O analize çok girmek istemiyorum, hangi geçmiş muhasebesini bu anlamda yapmak istemiyorum, ama ekonomik krizler, 94, 99, 2001, siyasi istikrarsızlıklar, sürekli değişen hükümetler, terör. Bunun çok çarpıcı bir misalini bu ülkelerin dış politika performansı açısından şimdi size zikretmek isterim. Biz bazen dışişleri bakanları olarak oturduğumuzda - Avrupa Birliği ve NATO’da – şöyle bir durum görebiliyoruz. Özellikle geçende İsveç Dışişleri Bakanı dostumla toplantıda yan yana oturuyorduk. Masanın etrafına baktık ve şöyle dedim: Ben 3,5 yıllık bir Dışişleri Bakanıyım, aslına bakarsanız çok uzun bir dönem sayılmaz. O biraz daha eski Carl Bildt, ama masada bizden daha kıdemli dışişleri bakanı kalmamıştı. “Ben 3,5 yıl içinde beş Yunanistan Dışişleri Bakanı, dört Fransa Dışişleri Bakanı altı Romanya Dışişleri Bakanı, iki Alman ve İngiliz Dışişleri Bakanını o masa etrafında gördüm” - bunların sayılarını artırabilirim. Bunu niçin söylüyorum? 1993-1995 yılları arasında Türk Dışişleri Bakanları için de aynı durum söz konusuydu. Birkaç yıl içinde sürekli değişen hükümetler, stratejik vizyonu hayata geçirmek konusunda bir siyasi istikrar eksikliği vardı. Ekonomik yansımaları vardı; bütün o yıllar boyunca kişi başına gayri safi milli hasılamız 2700-2800 Dolardan, 3000 Dolarlara çıktı, yani birkaç yüz Dolarlık bir değişim oldu.

İkinci depremde biz siyasi istikrarla geçirdik 10 yılı. Ve aksine birinci depremin sonucunda güvenlik parametrelerine ağırlık verirken, dünya özgürlük söylemi etrafında değişim yaşarken - özellikle Avrupa - biz güvenlik ağırlıklı politikaları devam ettirdik ve açık söylemek gerekirse 10 yılın kazanan tarafında olmamıza rağmen ekonomimizde ve siyasi etkinliğimizde çok fazla bir şey kazandığımız, verisel olarak şunları kazandık diyebileceğimiz bir dönem değildi. İkincisinde tersine bir süreç yaşandı; bizde siyasi istikrar ve dışarıda güvenlik politikalarına ağırlık verirken daha AK Parti iktidarları ilk başladığı günden itibaren özgürlük ve demokrasi, demokratikleşme süreçlerine ağırlık vereceklerini ilan etti ve AB entegrasyon süreci de dahil olmak üzere o günden bugüne de sürekli Türkiye’nin demokratikleşme yönünde ciddi bir çaba içinde olduğunu görürüz. Herkes özellikle büyük güçler güvenlik yönünde “hard power” yönünde bir eğilim içindeyken, biz farklı bir iklimde yeni bir dış politika oluşumuna yöneldik. Bu 10 yıl içindeki kazanımlarımız üzerinde durmayacağım, yeri geldikçe onlara atıfta bulunacağım bazı hususlara. Ama 10 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında kişi başına düşen milli gelirimiz 3,5 misli arttı, 3 bin Dolarlardan 11 bin Doları geçti ve buna bağlı olarak da ihracatımız, döviz rezervimiz, ekonomideki veriler daha açık görüldüğü için onları söylüyorum. Ama dış politika temsilimizdeki rakamlara baktığımızda da, toplam dış temsilciliğimiz 160 civarındayken şimdi 221. Dünyanın en çok dış temsilciliğine sahip olan ilk 10 ülkesi içindeyiz. Bu yıl ve gelecek yıl açacaklarımızla 235’i bulduğumuzda da dünyada en fazla dış temsilciliğe sahip ilk 5 ülke arasına gireceğiz. Bu da ekonomideki performansla dış politika aktivitesi ve iç demokratikleşme süreçleri birbirini destekleyen süreçler olduğunu gösteriyor. Ben bunu modern dönemdeki – yine geriye doğru gitmek istemiyorum ama - Tanzimat’tan bu yana en önemli restorasyon süreçlerinden biri olarak görüyorum. Tanzimat’ın, Cumhuriyetin kuruluşu, çok partili demokratik hayata geçiş 50’li yıllar, bu dördüncü büyük restorasyondur, hangi parametreyi alırsanız alın. Ve bu restorasyonun üç ayağı var; içeride demokratikleşme, iç siyasi hayatta demokratikleşme, ekonomik hayatta verimlilik ve ekonomik konsolidasyon, restorasyon, dış politikada da aktif ve ön alıcı bir dış politika. Eğilimi, tarihin akışını görerek yürütülen bir dış politikadır.

Şimdi tam biz bu istikrar dönemi ve güçlü bir siyasi iradeyle aynı Başbakanın liderliğinde üç Dışişleri Bakanı, dört Dışişleri Bakanı bizim iktidarımızda da oldu ama tam bir süreklilik içinde. Yani aynı hükümetin Dışişleri Bakanları olarak seleflerimle, Sayın Cumhurbaşkanımızla, Sayın Başbakan Yardımcımızla, ondan önce Sayın Yakış’la aynı çizgi içinde, bir ortak perspektif içinde yürütülen bir 10 yıl yaşadık. Bunun getirdiği olağanüstü bir imkan var, bir potansiyel var.

Şimdi biz böyle bir hazırlıkla son depremin iki ayağıyla birden karşılaştık. Şimdi 2012 burada önem taşıyor. Bir ayak, Arap dünyasında yaşanan değişim, bunu doğru anlamak lazım, doğru okumak lazım. İkincisi de, Avrupa’daki değişim. Her ikisi de bizim neredeyse, iki kanadımız varsa - birçok kanatlı bir ülkeyiz de- bir ayağımızla Avrupa’daki değişimi doğru anlamak durumundayız ve ona intibak etmek durumundayız, diğer ayağımızla da doğumuzdaki, güneyimizdeki değişimi doğru okumak zorundayız. Bunun da kesiştiği yer Akdeniz Havzası. Önümüzdeki dönemde biz dış politikamızla, ekonomimizle bu yeni meydan okumalara cevap bulmak durumundayız.

Şimdi o zaman gelin önce Arap Baharı dediğimiz süreçte yaşananlar ve Türkiye’nin buna tepkilerini bir anlamaya çalışalım.

Tunus’ta - ki evvelki gün Tunus Başbakanı Sayın Cibali Türkiye’deydi Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyini imzaladık - 2010 Aralık ayında, bundan tam 2 yıl önce ilk toplumsal hareketler başladığında birçok ülke tereddüt geçirdi, o günü hatırlayın. Fransa, o yüzden Dışişleri Bakanını değiştirmek zorunda kaldı, çünkü dönemin Dışişleri Bakanı Tunus’ta rejim yanlısı bir tutum almıştı. Birçok ülke bir tereddüt içine girdi. Çünkü o ülkeler için bekleme imkanı vardı, yani bir şekilde olayları görelim, bir de ilkesel tutarlılık bakımından bizim karşı karşıya kaldığımız sınamayla karşı karşıya değildi. Biz ilk andan itibaren iki prensip etrafında net bir tutum aldık. Bir; bu bölgedeki demokratik değişim rüzgarlarının yanında yer alacağız. Bakın - diğer ülkeleri tek tek saymıyorum - bu süreç içinde birçok ülke değişik tereddütler yaşadı, iniş-çıkışlar yaşadı. Türkiye o günden bugüne bütün bu ülkelerde, halk eğer demokratik değişim yönünde bir talepte bulunmuşsa – bulunmamışsa, herkesin kendi ülkesinin iç meseledir, biz ona gidip müdahil olmayız, kimseye kalkın şunu yapın demeyiz - ama bir halk kendi iradesiyle, Türkiye’nin, AK Parti Hükümetlerinin kendi halkına vaat ettiğini talep etmeye başlamışsa, biz ona karşı bir tutum alamayız. Bu, ilkesel bir pozisyondu. 2002’de biz iktidara geldiğimizde neyi vaat etmiştik kendi halkımıza? Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, vesayetsiz bir rejim, halkın iradesinin yanmasını, yolsuzluklara karşı mücadele, şeffaflık.

Tunus’taki sıradan bir genç, Mısır’daki sıradan bir genç, şimdi Suriye’deki sıradan bir genç ne diye ayağa kalktı? Yani şu diktatör gitsin de bu diktatör gelsin diye mi ayağa kalktı? Şu mezhebi grup gitsin de, şu mezhebi grup iktidara gelsin diye mi ayağa kalktı? Şu dini grubun karşısında şu dini totaliter bir sistemini kuralım diye mi ayağa kalktı? Hayır. İstedikleri, talep ettikleri şey çok basit, anlaşılır ve insanlık onuruna yakışan şeylerdir.

Bizim için bu riskli bir tercihti. Bakın, 1989’dan itibaren o ilk depremde Türkiye de mütereddit bir tavır almak durumundaydı olayların gidişiyle ilgili. Ama Soğuk Savaşın doğasını anlayanlar için - akademisyen olsun, pratisyen olsun - doğasını anlayanlar için, Soğuk Savaş 1990’larda Balkanlar’da bitti. Şimdi Ortadoğu’da bitiyor; yıkılan yapılar soğuk savaş yapıları. Yani “niye şu rejime karşı tutum aldınız” diyenler, aslında bu bölgeyi soğuk savaş konjonktüründe tutalım düşüncesinde olanlar.

Romanya’da Çavuşesku yönetimine karşı ayağa kalkan kitlelerin talepleriyle Suriye’de Esed Yönetimine karşı ayağa kalkan kitlelerin arasında büyük farklar yok. Biz bu taleplere göre ilkesel bir tutum belirlemek durumundayız. İlkesel tutum ne zaman sizi suküt-u hayale uğratmaz, yani böyle bir ilkesel tutum afaki kalmaz? Eğer tarihin akışı o ilkesel tutumla uyumluysa. Bizim kanaatimiz, tarihin akışı bu hak talep eden kitlelerinin taleplerinin yanındadır, tarihin akışı o yöndedir. Onun için, daha diğer ülkelerde başlamadan hareketlenmeler, Mısır sonrasında Doha’da Arap Baharı üzerine verdiğim bir konferansta, ki başlığı şuydu: “Gelecek Ulaştı mı?”, “Has the future arrived?” Ben “Sadece ulaşmadı, gecikti” başlıklı bir konuşma yaptım. Aslında bu süreçlerin 90’lı yıllarda Ortadoğu’da yaşanması lazımdı, ama o zaman küresel sistemin etkin güçleri statükoyu tercih ettiler, statüko yönünde ağırlık koydular o zaman biliyorsunuz Ürdün’de, Cezayir’de, Tunus’ta...

İşin ilginç yönünü söyleyeyim: Bugün Tunus’ta Başbakan olan Cibali 90’lı yıllarda bunları talep ettiği için uzun yıllar hapishanede yattı. Şu anda bütün siyasi süreci etkileyen Sayın Gannuşi İngiltere’de sürgünde yaşadı 90’lı yıllarda. O statüko, küresel güçlerin o günkü tercihleri, yani Balkanlar’da demokrasiyi tercih edenler o zaman Ortadoğu’da statükoyu tercih ettiler, o tarih geciktirildi, doğal seyrine oturmak durumundaydı. Bakınız - birçok örneği var bunların - geçmiş yıllarda bu ülkelerde bir anlamda dışlanan kesimlerin 90’lı yıllarda şimdi iktidara gelmiş olmaları, bu toplumsal değişimin bir parçası. Birinci ilkemiz buydu.

İkincisi de şuydu - yine yanlış anlaşılan bir husus olduğu için vurguluyorum - yine ilkesel bir pozisyon: Bu geçiş sürecinin Balkanlar’da, bazı ülkelerde görüldüğü gibi kanlı ve sancılı geçmemesi için diplomatik bütün çabayı göstereceğiz. Ben 2 yılın bir değerlendirmesini yaptığımda şimdi, şunu çok huzur-u kalp ile söyleyebiliyorum: Gerek Sayın Başbakanımız, gerek Sayın Cumhurbaşkanımız, gerekse bizler, bir damla daha az kan aksın da bu süreç sağlıklı işlesin diye olağanüstü bir çaba sarf ettik. Hiçbir dünya lideri, hiçbir ülkenin hükümeti, ne Tunus’ta, ne Mısır’da, ne Libya’da, ne Yemen’de, özellikle de şimdi Suriye’de bizim çaba sarf ettiğimiz kadar çaba sarf etmemiştir. Dokuz ay Suriye için bu rejimin bu yanlış gidişine dur diyebilmek için, onları ikna edebilmek için neler yaptığımız biz biliyoruz ve bunlar bütün arşivlerimizde kayıtlıdır.

Şimdi şöyle bir kanaat var: Sanki ilk günden itibaren Türkiye böyle bir çatışmanın yanında yer aldı. Çatışmanın daha izleri bile ortaya çıkmadan biz Suriye’de dönüşümün sağlıklı olması için elimizden gelen her şeyi yaptık. Ama gün gelir bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, muhatabınız size anlamazsa ve siz net bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, önce vicdanınıza, sonra aklınıza, sonra tarihe sorarsanız ve doğru bir yerde durmaya çalışırsınız. Benim Sayın Esad’la son yaptığım görüşmede üzerinde mutabık kaldığımız 14 maddelik bir plan vardı. Orada şunu çok açık bir şekilde kendisine iletmiştim: “Geçmişte birçok ülke size baskı yaparken sizin yanınızda yer aldık, izolasyonlara karşı sizin yanınızda yer aldık, yine böyle baskılar olsa yine yer alırız. Geçmişte o ülkelerle karşı karşıya kaldığınızda bir komşu olarak sizin yanınızda duran bizler, eğer bir gün siz “Halkla karşı karşıya gelip, ya halkımı, ya beni seçin” der bizi bir tercih yapmak zorunda bırakırsanız, bir dakika bile tereddüt etmez Suriye halkını seçeriz, çünkü liderler geçicidir, halklar bakidir.” Bu son konuşmamızdı.

Şimdi Suriye’yle sıfır sorun nereye gitti diyenler, yani resim çekenler, 2 yıldır resim çekiyor muhalefet, bazı gazeteci arkadaşlarımız, bazen akademisyenler de resim çekiyorlar. O güne bakıyor, acaba buradan Hükümeti nasıl zorlayabilirim, bir teori nasıl çöktü diyebilirim, o resme bakıyor ve yazıyı yazıyor; akademisyenlik bu değil. Biz hepimiz akademisyeniz, bir analiz içinde bakmak lazım ve bir ilkesel tutarlılık içinde bakmak lazım. Hatta bazen devlet adamları daha pragmatik olabilirler, entelektüellerin devlet adamlarını daha idealist olmaya zorlaması lazım. Biz şu veya bu gerekçeyle daha realist bir politikaya yönelebiliriz, ama entelektüel camianın o tarihi akış ve ilkesel duruş noktasında bizi uyarması lazım. Halbuki son iki yıl içinde öyle şeyler gördük ki, burada, bir düşünce kuruluşunda bunu ifade etmek ve paylaşmak istiyorum, bir akademisyen olarak, dertleşmek istiyorum; o resimlere her gün bakarak, acaba bu resimde nerede AK Parti Hükümetinin zaafını buluruz, nerede Sayın Başbakanın bir ifadesi ile var olan realite arasında bir çelişki buluruz ya da Davutoğlu’nun bir konuşma veya yazdığı bir metinle çelişki buluruz, bunun çabası içine girildi maalesef. Halbuki büyük bir nehir akıyor arkadaşlar, biz de onun içindeyiz. Hata da yapabiliriz, yani hiçbirimiz hatadan masun değiliz. Bizim beklediğimiz, alternatif bir politika önerilmesi. Yani şu mu denmeliydi: “Kosova’da, Bosna Hersek’te olduğu gibi, daha sonra Irak krizinde olduğu, yani o 10 yıllık ilk depremde olduğu gibi, birçok ülke pozisyonlarını belirledikten sonra Türkiye devreye girsin” mi demeliydik veya bekleyelim mi demeliydik?
Mülteci krizinde Irak’tan gelen Kürt kardeşlerimize, 90’lı yılların başlarında komşularımıza sağlayamadığımız imkanları düşünerek benzer şekilde bir mülteci akınına hazırlıksız mı yakalanmalıydık? Bugün bir efsanedir Türkiye’nin mülteciler politikası, özellikle Suriye bağlamında. Her gelen uluslararası temsilci, sadece burada değil, bütün uluslararası platformlarda bu kadar insani bir mülteci politikası takip edildiği için teşekkür ediyor. Çünkü o da ilkesel bir duruş, o da ahlaki bir duruş. Çünkü orada kendileriyle kader birliği yaptığımız her bir Suriyeli kardeşimiz, ileride bizim oradaki bir büyükelçimiz olacak, unutmayacaklar bunu, çünkü bugünler gerçekten unutulmuyor.

Mesela yine insani bir boyut itibarıyla, geçen sene Libya’da Ramazan ayında Libya’nın bizdeki mal varlıklarına mahsuben 100 milyon Dolar gönderdik diye hakkımda onlarca soru önergesi verildi; 300 milyon Dolar yardım, 100 milyon Doları hibe olarak. Çünkü Ramazan ayında eğer o yardım Bingazi’ye ulaşmamış olsaydı, o Ramazan ayını Bingazililer aç geçireceklerdi. 1911’de ecdadın bir anlamda hüzünle terk ettiği o topraklarda insanların kaderlerine sahip çıkmak yüzünden eleştirildik. Ne oldu? Libya’da düzen kurulunca o 300 milyon Dolar bize aynen iade edildi. Ama her gördüğümüz Libyalı “o Ramazanı sizin gönderdiğiniz yardımla yaşadık” sözünü söylüyor. Bunların örnekleri çok fazla, çok anlatılır. Mesele, bütün bu yaptıklarımızla 10 yıl sonra, 20 yıl sonra, 50 yıl sonra nasıl hatırlanacağımız.

Son Suriye muhalefeti toplantısında, Marakeş’te bir Suriyeli muhalefet lideri - ki ilk defa karşılaşmıştık - alandan gelen bir muhalefet lideri, dedi ki: “Türkiye’nin yaptıklarına bir yüzyıl teşekkür etsek az gelir”. Ben de dedim ki, “hiçbir teşekküre ihtiyacınız yok veya böyle bir teşekküre gerek de yok. Sizin dedelerinizle bizim dedelerimiz arasında 500 yıl önce o borç ödendi ve bitti; biz onun gereğini yaptık. Ama şunu bilin: Bize borçlu değilsiniz, ki değilsiniz, hiç kimseye borçlu değilsiniz. Kendi ülkenizin kaderi konusunda hür ve bağımsız karar verin.”

İşte bu iki ilkesel pozisyonu hep sürdürdük. Şimdi 1 yılın bir değerlendirmesini yapalım, hepimiz burada beraberiz.

2010 yılının bugünlerinde, yani Tunus’ta ilk Yasemin devrimi başladığında, eğer entelektüellerimiz, geçmiş siyasi tecrübeye sahip insanlarımız bir araya gelseler ve kendilerine sorulsaydı, iki yıl sonra Mübarek gidecek, Bin Ali gidecek, Salih gidecek, Kaddafi gidecek, yerlerine demokratik seçimlerle iş başına gelmiş hükümetler gelecek denseydi, acaba kaç kişi, evet, bunlar olacak diye bir tutum belirleyebilirdi? Evet, biz risk aldık. Siyaset çoğu zaman risk alma sanatı, doğru zamanda doğru riski almak ahlaki ve stratejik olarak. Onun için Başbakanımız Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada Mübarek’e git derken, Türk dış politikasının belki en büyük riskini almıştık. Ama o konuşma bugün hala her Mısırlının kulağında çınlayan bir konuşmadır ve tarihe geçmiş bir konuşmadır.

Eğer 90’lı yıllarda olduğu gibi, bazı ülkelerin yaptığı gibi bir statükodan yana tavır alsaydık, şu anda acaba, Mısır’a yine son geçen hafta yaptığımız ziyarette Sayın Başbakanımıza Kahire Üniversitesi’nde gösterilen o muhteşem muhabbet ve hoş geldiniz gösterilir miydi? Veya biz Mısır’la bir günde 28 anlaşma imzalayabilir miydik son ziyarette?

Hep şunu söylüyorum: Tarihin arkasında koşulmaz. Tarihin arkasında koştuğunuz zaman, tarihin o hızlı çarkları altında ezilirsiniz. Tarihin içinde koşulur, önünde gidilir, o tarihi süreci yaşayacaksınız. Çok zorluklar yaşadık, bunun onlarca örneğini ben size burada açabilirim. Yani bizi geceleri uykusuz bırakan neler yaşadığımızı biz biliyoruz, Libya tahliye sürecinde, birçok olayda.
Ama şunu ben iki yıllık muhasebe neticesinde söyleyebiliyorum ki, biz tarihin içinde samimi bir şekilde koştuk. Yaptığımız tahlillerle ve gelecek perspektifimizle de tarihin önüne, tarihin akışına, o nehrin akışına yön veren aktörlerden biri olduk.

Şimdi gelin geçen sene bu vakte bakalım, 2010 ile karşılaştırdık, 2011’le bakın.

Bütün bu ülkelerde kaos senaryoları vardı. Yani deniyor ki; evet, eski yönetimler gitti ama, 2011 Aralık’ı itibarıyla hiçbir ülkede yeni demokratik seçimlerle iş başına gelmiş hükümet yok. Libya bölünecek mi deniyordu değil mi? Üçe bölünecekti Libya o senaryolara göre. Mısır’da yeni bir diktatör mü çıkacak, yoksa bir iç kaos mu çıkacak, orduyla Müslüman Kardeşler karşı karşıya mı gelecek; bir sürü senaryolar söylendi.

Şimdi bir yıllık performansa bakın, ben bu toplumları ve bu toplumun önünde olan o insanları hangi ideolojiye, hangi mezhebe, hangi dine mensup, hangi etnisiteye mensup olursa buradan tebrik etmek istiyorum. Balkanlar’da Avrupa Birliği’nin desteğiyle, NATO’nun desteğiyle iki yılda, 1989-1991 yılları arasında sağlanan ilerlemeye bakın, bir de iki yıl içinde Ortadoğu’da sağlanan ilerlemeye bakın, bu destekler olmadan, hani Avrupa Birliği havucu olmadan, maddi yardım olmadan. Bu ülkelerin hepsinde şu anda 1 yıl içinde seçilmiş hükümetler var. Biz artık Sayın Mursi’yle oturduğumuzda arkasında bir Mısır halkı olduğunu görüyoruz. Mursi değil de başka bir lider seçilmiş olsaydı onun için de geçerliydi; önemli olan halkın seçtiği liderler.

Libya Cumhurbaşkanı Mugayyif buraya geldiğinde, Libya Devlet Başkanı statüsünde - şimdi gene ulusal konsey devlet başkanı statüsünde - Türkiye’yle ilgili kullandığı ifadeleri hatırlarsınız. Bu büyük bir tarihi imtihandır. Biz çok çileler çektik Libya’da, tahliyelerde ve daha sonraki aldığımız yollarla. Ama Libya’ya geçen sene Eylül ayının başında gittiğimizde bir günde, Tajura’da, Misurata’da, Bingazi’de ve Trablus’ta Libyalıların binlerce Türk bayrağıyla bizi karşıladığını gördüğümde ben o gün rahat bir nefes aldım. Evet, Libya’da tekrar en güçlü şekilde Libya’ya dostluk bağlarıyla gelmiş bir ülke var. Ve burada başkalarının aksine herhangi bir ekonomik hesapla da bunu yapmadık.

Mısır’da, Tunus’ta seçilmiş hükümetler var. Fas’ta hiçbir sancısı olmayan seçilmiş bir hükümet var. Bütün bu ülkelerde bir yıl içinde benim yeni Dışişleri Bakanları muhataplarım var ve onlarla sanki aynı kabinenin üyesi gibi her şeyi rahatlıkla konuşabiliyoruz. Hiçbir şey olmadan, yani bir kibir olmadan, hiçbir çekince olmadan kendi ülkelerinin problemlerini de anlatabiliyorlar, Türkiye’den beklentilerini de söylüyorlar, biz de söyleyebiliyoruz, paylaşabiliyoruz. Çünkü gerçekten bu hükümetlerin başarısı sadece o halklar için değil, bölge için, Türkiye için ve bütün uluslararası sistem için şu anda hayati derecede önemlidir. Bazıları Mursi başarısız olsa diye bakabilir, bazıları işte Libya’da şöyle olsa diye bakabilir. Hayır, buralarda demokrasinin kökleşmesi lazım, buralarda halk iradesinin öne çıkması lazım.

Şimdi bu anlamda size 2012 itibarıyla bir 4’lü analiz yapacağım, Ortadoğu’da yaşanan deprem ve geldiğimiz nokta bağlamında.

Dört alt ünite var şu anda Ortadoğu ve yakın coğrafyasında. Birisi Kuzey Afrika, Mısır’dan Fas’a kadar, Moritanya’yı da oraya indirebilirsiniz, buradaki gelişmeler son derece olumludur. Tabii daha ilk aşamalarında, hala büyük riskler var. Ama tren raylara oturmaya başladı. Dört ülkede, Mısır, Tunus, Libya, Fas, seçilmiş hükümetler var. Cezayir’de de bir seçim yapıldı. Cezayir de kendi doğası ve yapısı içinde bir reform süreci işletmeye çalışıyor. İki hafta önce ben Cezayir’deydim. Cezayir Cumhurbaşkanı Bouteflika da gerçekten hikmetle veya derin tecrübesiyle mümkün olduğu kadar 90’lı yıllarda Cezayir’in yaşadığı acıların yaşanmaması için de nasıl bir süreç işleyeceği yolunda kendi çizgisini oluşturmaya çalışıyor.

Şimdi Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerine, politikalarına bakın. Bu havza bizim için çok önemli; Ortadoğu politikaları açısından önemli, Akdeniz etkinliği bakımından önemli ve Afrika politikalarımız açısından önemli. Bütün bu ülkelerle biz Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleri kurduk, kuruyoruz. Mısır’la vardı, Libya’yla vardı, evvelsi gün Tunus’la da imzaladık, diğerleriyle de kuracağız, Cezayir’le ve Fas’la da.

Bu ülkeler yavaş yavaş birbirine yaklaşıyor. Son dönemde, özellikle benim son Fas ziyaretimde, iki hafta önce, Fas ile Cezayir’le üçlü, yani Bakanlar oradayken de rahat bir sohbetimiz oldu. Fas ile Cezayir arasındaki ilişkilerin gelişmesi bizim için önemlidir. Cezayir ile Libya arasında Libya devrimi sırasında ortaya çıkan problemlerin aşılması önemlidir. Tunus ile Cezayir arasında, Tunus ile Libya arasında; Tunus ile Libya arasında çok daha yakın ilişkiler var, yeni bir Mağrip altyapısı oluşmaya başladı. Biz o Mağrip altyapısını ve bir entegrasyonu bundan sonraki aşamada sonuna kadar destekleyeceğiz. Çünkü oraya gittiğinizde Arap Yarımadası’nda İngiliz ve Fransız sömürge dönemlerinden kalan Türkiye’ye karşı bazı öngörülü elitin ve tutumun oralarda kökleşmediğini de görüyorsunuz. Bayraklara bakın, zaten anlıyorsunuz, yani semboller üzerinden dahi. Cezayir’de askeri müzeye götürdüler. Bize, Türkiye aleyhine, yani Osmanlı’yla da ilgili tek olumsuz husus olmadığı gibi, bizim milli kahraman gördüklerimizi onlar da görüyor, Barbaros Hayrettin Paşa’dan tutun Oruç Reis’e kadar.

Bu bölge entegre olacak. Burada, Mısır çok önemli. Çünkü Mısır bütün bu bölgeyi diğer bölgelere bağlayan bir ülke. Mısır’ın demokrasideki başarısı her zaman bizim için bölgedeki en stratejik değer. Bu açıdan şunu da söyleyeyim: 2011 yılında Mısır başarısız olacak düşüncesiyle birtakım fikirler serdedenler ve Türkiye’nin yanlış tercihlerde bulunduğunu iddia edenler Sayın Mübarek’in ilk ayrıldığı günlerde bize, yani Başbakanımız o konuşmayı yaptığında Ana Muhalefet Partisi Lideri gidip Mübarekle konuşmamızı telkin ediyordu bir Meclis konuşmasında, Türkiye gidip Mübarek’le konuşmalı diyordu; her neyse. Ama şimdi de yeni bir fitne başlatıyorlar, Türkiye ile Mısır rekabet halinde ve hatta Mısır Türkiye’nin rolünü çalıyor, özellikle de Gazze’de. İlişkinizde problem olursa, komşularla sıfır sorun politikası çökmüş oluyor, ilişkiniz iyi yürür, beraber çalışırsanız sizden rol çalınmış oluyor.

Bakın, buradan çok net olarak ifade ediyorum; Mısır’la Türkiye bundan sonra bu bölgenin en önemli, ikili anlamda en önemli eksenini oluşturma sürecinde hızla ilerliyoruz. Mısır’ın her başarısı bizim için şu anda Türkiye’nin başarısı ölçüsünde kıymetlidir, önemlidir. Mısır’ın ekonomik ve diplomatik açıdan yapacağı her atılımı destekliyoruz, destekleyeceğiz. Hiçbir şekilde de Mısır’la rekabet halinde değiliz. Çünkü bu konuda da Türkiye yaptıklarıyla doymuş bir ülke, bir şey ispat etmek durumunda değiliz. Bugünlerde esas başarı hikayesi yazması gereken ülke Mısır ve onun başarısı Türkiye’nin başarısıdır; bunu net olarak ifade ediyorum. Kimse Mısır’la bir rekabet içinde olduğumuz vehmine kapılmasın. Gazze ateşkesinin sağlanması sürecinde Mısır’la omuz omuza çalıştık, Mısır Dışişleri Bakanıyla, Mısır istihbarat servisiyle, orada bulunduğumuz sürece Sayın Başbakanımız Sayın Mursi’yle görüşerek o süreci birlikte yürüttük. Ama sürecin doğal olarak sahibi Mısır olmalıdır ve bunu da söylüyorum, yani Gazze’yle ilgili her konu doğal olarak Mısır’ın komşu olarak da ilgisi dahilindedir. Bundan sonra da Ortadoğu’yla ilgili her süreçte Mısır’ın öne çıkmasını, Mısır’ın başarılı olmasını destekleyeceğiz ve Mısır’a bu anlamda açık bir kredi vereceğiz, çok net olarak. Kimse bölgede yeni soğuk savaş senaryolarını oynamasın, yani Mısır ile Türkiye iki ayrı blok oluşturacak ya da Sünni, Şii bloku, bunlar yeni soğuk savaş kültürleri. Biz bu soğuk savaş kültürlerini yok etmek için dış politika yürütüyoruz.

İkinci önemli havza ki burası da bizim açımızdan en kritik, ince havzadır. Burada hala sancılı bir geçiş süreci yaşanıyor; Suriye, Irak, bunu Ürdün’e, Lübnan’a ve Bahreyn’e doğru indirebiliriz. Gerçekten özellikle Suriye bağlamında yoğun, Irak bağlamında o ölçüde yoğun görülmesi de riskli geçiş süreçleri hala işliyor. Lübnan doğal olarak Suriye’deki her şeyden etkileniyor.

Bizim buradaki politikamız da son derece açıktır. Hiçbir şekilde Sünni-Şii, Arap-Kürt, Arap-Türk karşıtlığı gibi bir karşıtlığın oluşmasına izin vermeyiz. Bizim politikamızın hiçbir aşamasında mezhep faktörü rol oynamamıştır. Ancak eğer bir azınlık rejimi varsa ve mezhebi bir yapı varsa, siz de doğal olarak çoğunluğun talepleri yönünde talep almışsanız, böyle bir görüntüyü istismar edenler çıkabiliyor. Yani Tunus’ta Bin Ali Sünni’ydi, Kaddafi Sünni’ydi Libya’da, Mısır’da Mübarek Sünni’ydi, onlara karşı söylediklerimizle, onlara karşı takip ettiğimiz politikayla Esad’a karşı takip ettiğimiz, Maliki’ye karşı takip ettiğimiz politikada bir fark var mı? Aynı ilkeleri söylüyoruz. Dönün, halkınızın taleplerine saygı duyun diyoruz. Özellikle Suriye bağlamında söylüyorum. Irak’ta yine de işleyen bir sistem var, yani bir seçim yapıldı, kendi içinde birtakım sancılar yaşanıyor ama bir siyasal yapı var. Suriye’de ise bu gerilim yaşanıyor. Biz bununla, bir müddet daha bu meydan okumayla uğraşacağız, herkesin buna sabırla yaklaşması lazım. Yaşanan deprem küçük bir deprem değil, 4.3 ölçeğinde değil - 7.4 müydü en büyük yaşadığımız deprem - bu daha büyük, 8’li deprem, siyasal bir deprem yaşıyoruz.

Kimse anlık resimlerle ne Türkiye’yi, ne Hükümetimizi suçlamaya kalkmasın. Süreci anlamaya çalışalım hep beraber. Biz bu süreçte o tarihin genel akışı içinde ve bu halklara borcumuzu ödeyecek şekilde yol almaya çalışıyoruz. Bu komşu ülkelerle sıfır sorun ilkesi bağlamında daha değişik bir analiz yapacağım daha sonra.

Bu kritik hat, Sünni-Şii gerilimini de çıkartmak isteyenler için uygun bir hattır maalesef. Biz buna karşı da her türlü çabayı göstereceğiz. Bunun için İran’la olan ilişkilerimiz önemlidir. Ama İran’ın da bu politikada, yani Sünni-Şii gerilimini azaltıcı veya engelleyici bir politika takip etmesi de önemlidir. Diyalog kapılarımızı hiçbir zaman kapatmadık, hep istedik ki bölgede Türkiye, İran, Mısır gibi, Suudi Arabistan gibi diğer önemli aktörler hep beraber bu süreçleri işletelim.

Üçüncü alt ünite diyebileceğimiz bölge Körfez. Körfez’de daha az nüfus, daha yüksek gelir imkanı ve birçok başka faktörle Körfez kendi içinde Körfez İşbirliği Konseyi etrafında bir entegrasyon süreci yaşıyor. Onlarla da, Körfez İşbirliği Konseyi ile Türkiye arasında stratejik diyalog mekanizması var, orayla da ilişkilerimizi geliştiriyoruz, daha da geliştireceğiz.

Dördüncü bir alt ünite var ki, bu Afrika’yla bağlantılı bir ünitedir, Yemen etrafında Afrika Boynuzu ile birlikte Aden. Aden Körfezi hiçbir zaman Ortadoğu’nun dışında düşünülmez. Aden’i yok sayarsanız, Süveyş’i de yok sayarsınız. Süveyş’i yok sayarsanız 19. yüzyıl siyasetinde, 20. yüzyıl siyasetinde İngiliz sömürge yayılımını da, daha önceki Portekiz, ta 16. yüzyıldaki Portekiz’i de anlamamız mümkün olmaz.

Bakın, son iki yıl içinde, ama son bir yıl içinde özellikle bizim bu bölge yönelik olarak politikamıza baktığınızda, Somali’yi istikrara kavuşturmak bizim için stratejik bir hedeftir. Şu anda Somali’de en önemli aktör Türkiye’dir, bütün dünya bunu bilir. Yine insani gerekçelerle yaptığımız yardımlar dışında, stratejik bir tercihtir bu. Sayın Başbakanımızın geçen seneki ziyaretinden bu yana Somali’de, tam kapasiteyle çalışan tek büyükelçilik Türk Büyükelçiliği’dir. Somali’ye uçan tek havayolu şirketi Türk Hava Yolları’dır. Somali’deki bütün bakanlıkları, bütün parlamento binalarını yapan - şu anda inşaat sürecinde olan - biziz. Mogadişu’nun temizliği için, belediye hizmetleri için büyük yardımlar yaptık, yapmaya devam edeceğiz. Ben geçen ay Somali’deydim. Somali Parlamentosuna bir konuşma yaptım. Parlamento eski, yıkılmış. Parlamentonun garajında toplanılıyor. En kısa zamanda kendi binanızda toplanacaksınız dedim.

Somali’yi istikrara kavuştururken, ayın zamanda bu Afrika Boynuzunun ve oradaki gelişmelerin Ortadoğu’ya olumsuz etkilerinin önüne geçmeye çalışıyoruz. Kasım ayında bölgeye yaptığım ziyarette bir gün içinde dört ülkeyi ziyaret ettim, Cibuti, Eritre, Etiyopya, Mısır, akşam Mısır’a döndüm. Eritre ile Etiyopya arasındaki bazı sorunlara arabuluculuk yapmamız talebi vardı. Hem onu gerçekleştirdik, hem de ilk defa Eritre’yi ziyaret eden, ayrıca da uluslararası alanda da son yıllarda Eritre’ye giden tek Dışişleri Bakanı oldum. Çünkü Eritre’nin komşu ülkelerle sıkıntıları var.

Şunu da ifade edeyim bu bölgeyle ilgili son olarak: Türkiye burada, bütün bu bölgede Büyükelçiliklerini tamamlıyor. Cibuti’de de Büyükelçilik açtık, Eritre’de de birkaç ay içinde açacağız. Dolayısıyla, o bölgede her bir ülkede Büyükelçiliği olan da tek ülke biziz.

Şimdi bu, o geniş değişim rüzgarının içinde Türkiye’nin ön alıcı, yapıcı ve inşa edici bir rol oynadığını gösteriyor. Kim ne derse desin, biz bu inşa edici rolden vazgeçmeyeceğiz, çünkü oraların kaderleriyle kendi ülkemizin istikrarı arasında ve Türkiye’nin ekonomik perspektifi arasında bir bağ görüyoruz. Dünyanın 10 ekonomisinden biri haline gelecek isek, bütün bu bölgelerde istikrarın ve Türkiye’yle ekonomik entegrasyonun sağlanması lazım. Çünkü diğer 9 ülkenin hepsi kıta ülkesi, Türkiye’nin 10 misli, 20 misli büyüklüğünde ülkeler var aralarında. İlk 10 ülkeye şöyle bir düşünün, hangi ülkeler girer? Amerika Birleşik Devletleri, bir kıtadır. Çin, kıtadır, başlı başına dünya nüfusun dörtte biri. Rusya, Türkiye’nin 10, 15 misli büyüklüğünde. Kanada, Brezilya, Hindistan, bakın 7-8’e ulaştık. Bir tek Almanya ile Japonya bizim ölçektedir, yani coğrafi büyüklük, insan büyüklüğü bağlamında. Almanya da bütün Avrupa Birliği potansiyelini kullanıyor, ona şimdi geleceğim. Japonya ise tabii çok köklü, geçmişten gelen bir sermaye birikimi var.

Şimdi biz o zaman ne istiyoruz çevremizde? İstikrar isteriz, ama istikrar yetmez. Eskiden Soğuk Savaş’ta istikrar istenirdi, Türkiye 20 yıl Suriye’yle konuşmasa olurdu, şimdi öyle değil.

Bizim bölge vizyonumuz şu: Tam entegrasyona giden bir bölge, yani siyasi diyaloğun en üst düzeye çıktığı, her bir ülkeyle ikili bazda yüksek düzey stratejik işbirliği konseylerinin kurulduğu, ekonomik entegrasyonu sağlayacak şekilde vize muafiyetinin ve serbest ticaret anlaşmalarının sağlandığı, enerji geçiş hatlarının oluştuğu, ulaşımın en kapsamlı hale dönüştüğü, kültürel çoğulculuğun korunduğu, etnik ve mezhebi çoğulculuğa saygı gösterildiği bir yeni Ortadoğu anlayışını kurmamız, yerleştirmemiz lazım. Bütün hedeflerimiz buna dönük. Bu yolda tabi inişler çıkışlar olacak. Statükodan yana tavır alanlar ya da bu yeni ortaya çıkmakta olan Ortadoğu birlikteliğinden rahatsız olanlar bu süreçlerde çatışmaları körükleyecekler. Bizim de rolümüz bunlara karşı düzeni sağlayan, bu halklarla birlikte hareket eden bir konu. Şimdi bu deprem sürecek önümüzdeki 3 yıl, 5 yıl. Düşünün Balkanlarda hala sancısı yaşanan o sürecin etkiler var.

Gelelim ikinci önemli alana, bizim tarihimizin, siyasetimizin, ekonomimizin doğrudan irtibatlı olduğu ikinci büyük alan Avrupa. Avrupa’da da büyük bir değişim yaşanıyor. Bizim bu değişimin kılcal damarlarına inmemiz lazım, Avrupa tarihi biz olmadan yazılamaz. Bizim tarihimizde Avrupa faktörü olmadan anlaşılamaz da, yazılamaz da. Bu sadece Avrupa Birliği bağlamında söylemiyorum. Ama Avrupa Birliği bağlamında da Avrupa Birliği’nin geleceğini şekillendiren en önemli sorulardan biri şu olacak: Türkiye, Avrupa Birliği’nin içinde mi olacak, dışında mı olacak? Bu basit soruya verilecek cevap, Avrupa Birliği’ni şu veya bu yönde şekillendirecek, bizden daha çok Avrupa Birliğini şekillendirecek artık. Bizim tercihlerimiz belli yerlere oturmuş durumda. Geçen hafta Finlandiya’da verdiğim bir konferansta da tekrar bunu söyledim. Avrupa Birliği’nin önünde iki yol var, iki gelecek perspektifi var. Avrupa Birliği, ya dünya çapında ekonomik rekabet gücünü büyütecek, genişletecek, dünya jeopolitiğindeki ve stratejisindeki etki gücünü artıracak ve kültürel çoğulculuğu geliştirecek, küresel toplum olabilme imkanı olduğunu gösterecek, ki bu Avrupa Birliği’ni küresel güç yapar. Ya da - ikinci yol ise - Avrupa Birliği ekonomik rekabet gücünü kaybedecek, Avrupa Birliği jeopolitik ve stratejik etkinliğini kaybedecek ve kültürel çoğulculuğu kaybedip Avrupa muhafazakarlığına doğru bir seyir içine girecek. Birinci yol, Avrupa’yı küresel güç halinde tutmaya devam eder, ikinci yol, Avrupa’yı kıtasal bir güç, sonra da parçalanan bir kıta haline getirir. Türkiye’nin üyeliği bu noktada Avrupa Birliği için temel nihai tercih sorusudur, oraya ya da buraya Türkiye’yi üye yaptıkları zaman birinci alternatif güçlenecek. Türkiye, Avrupa Birliği’nin dışında kalırsa ise ikinci alternatif. Şimdi böyle bir kritik seçim aşamasındayken Avrupa, kendi içinde büyük bir kriz yaşadı, sarsıcı bir kriz. Bu krizleri biz Avrupalı muhataplarımızla her düzeyde derinlemesine konuşuruz, çok açık ve derinlemesine. Anlamaya çalışıyoruz Avrupa’daki gidişat nereye gidiyor. 90’lı yıllarda Avrupa, Eurozone’a geçerek, parasal birliğe geçerek, Maastricht kriterleri, Kopenhag kriterleri gibi kriterler koyarak bir entegrasyon sürecini başarıyla gerçekleştirdi. 2000’li yılların, yani ikinci depremin ilk aşamasında da 2004’te bu entegrasyonu maksimum düzeye çıkardı. Ama o günden bugüne Avrupa, kendi geleceğiyle ilgili net tercihler yapma kapasitesini kaybetti, Lizbon Anlaşmasına rağmen. Ve farklılaşmalar ortaya çıktı. Sarkozy’nin politikası ile Avrupa’nın dış politikası apayrı iki seyir takip etti bir dönem. Şimdi son krizle birlikte Avrupa’da da üç meydan okuma var. Acaba bu kriz ekonomik olarak, siyasi olarak, kültürel olarak ne sonuç doğuracak. Üç meydan okuma, biz de yakından takip ediyoruz bunları. Önümüzdeki dönemde Eurozone içinde eğer mali politikalarla, finansal politikalar entegre hale getirilirse - ki bu kaçınılmaz - bu olmadan kriz aşılamayacak. Yani kamu maliyesi politikaları ile finansal politikaların entegre olması. Nasıl Avrupa Merkez Bankası finansal yönetimi sağlıyor, parasal birliği sağlıyor; kamu maliyesi ve bütçe politikalarının da mümkün olduğu kadar bir merkezde toplanması lazım. Böylelikle, Yunanistan’da ve diğer ülkelerde olan gelişmeler tekrar görülmesin. Buraya doğru bir gidiş var. Bu bütçe yapma, vergilendirme, ulus devletleri ortaya çıkaran en önemli faktörlerden biri olduğu için ulus devletler aleyhine bir eğilim var; bu yeni federal Avrupa’nın doğması demek. Yani derinlemesine bir Avrupa fikri Eurozone için de artık bir tercih değil, bir zorunluluk haline geliyor.

Peki, burada bu zorunluluk haline gelirken, bir taraftan da İngiltere’de Avrupa Birliği üyeliğinin anlamı tartışılıyor - acaba çıksak mı diye - bugünlerde yoğun bir şekilde tartışılıyor. Düşünün ki, Almanya ve Fransa derinleşme yönünde irade kullanırken, İngiltere - önemli üçüncü aktör - şu anki derinliği bile fazla bulup acaba Avrupa Birliği ilişkilerinde bir yeni tanımlama mı yapayım içinde? Bizim için bu ekonomik, politik bir kriz aynı zamanda. Öbür tarafta Eurozone’un içinde olan İspanya’da Katalonya bölgesi ayrılma trendi içinde, yine aynı gerekçelerle. O zaman bir ekonomik krizle karşı karşıyayız, bir de siyasal kriz ulus devletlerin egemenliklerinin ne olacağı sorusuyla. Avrupa da önümüzdeki yıllarda şekillenecek. Biz bu şeyi öylesine yakın takip etmek durumundayız ki takip de ediyoruz. Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin üyeliğinin anlamı 10 sene öncekinden farklı artık. Nerede ve hangi Avrupa’da, nerede olacaksınız? Biz her halükarda Avrupa Birliği üyesi olma irademizi sürdürüyoruz, Avrupa’daki bütün irade zafiyetine rağmen. Ama gireceğimiz Avrupa’nın nasıl bir Avrupa olduğunu da ölçmeye, biçmeye, anlamaya ve o trendi, o süreci doğru okumaya çalışıyoruz. Şimdi buna paralel olarak ekonomik krizlerin olduğu yerlerde, ırkçı akımlar da artıyor. Avrupa Birliği’nin son dönemde ırkçı eğilimlerinin artmasını da yakından takip ediyoruz. Irkçı partilerin Yunanistan’da birçok ülkede etkilerini artırması da bizim yakın takibimizde.

Geçen sene dönerci cinayetleri diye tahrif edilen ve bizim vatandaşımıza hakaret niteliğindeki ırkçı cinayetler konusunda - bir ülkede en uzun bulunduğum dönemde - 5 gün Almanya’da bulundum, bütün mağdur vatandaşlarımızı tek tek dolaştım. Türk zannedilip öldürülen Yunanlının da evine gittim, ailesiyle buluştum. Sonra Alman yetkililerle detaylı bir görüşme yaptım. Ve şunu söyledim çok açık bir şekilde: “Sadece o vatandaşlarımızın ve bu zavallı Yunanlı dostumuzun öldürülmesi meselesi değil, problem orada. O büyük bir problem. Ama o olaydan hemen sonra yapılan soruşturmada güvenlik yetkililerinin şüpheli olarak en yakın akrabalara bakması, bir ırkçı tehlikeyi göz önüne almamış olması daha büyük alarm verici bir şey. Yani bir Türk, beyini öldürebilir, öyle eşi suçlananlar var. Baba oğlu öldürebilir, oğul babayı öldürebilir. Irkçı bir tehlike yok varsayımıyla 7 yıl bu cinayetlerin üstüne gidilmemesi, Alman disiplini veren birisi olarak beni hayretler içine düşürdü.

Şimdi ve bu konuda 1929 örneğini de verdim, Avrupa’da birçok yerde veriyorum. Eğer 1930’lu yıllarda Avrupa’da bütün Avrupa’yı acıya boğan bir ırkçı yükseliş yaşanmışsa bunun sebeplerinden biri 1929 ekonomik krizidir. Eğer Avrupa gibi kendini dünyanın merkezinde görmeye alışmış toplumlar büyük bir ekonomik çöküntü yaşarlarsa suçlu aramaya başlarlar. Onun için İslamofobiya ve Türk karşıtlığı konusunda her zamankinden daha çok teyakkuz halindeyiz. Şimdi böyle yeniden şekillenen Avrupa, nereye gideceği yönünde yoğun tartışmanın yaşandığı bir Avrupa’da en etkili rolü oynamaya çalışıyoruz ve bundan sonra da sürdüreceğiz. Kim ne derse desin Avrupa Birliği perspektifini hiç aksatmadan yürüteceğiz. Buradan çıkıp şimdi İçişleri Bakanımız ve Avrupa Birliği Bakanımız ile vize muafiyetiyle ilgili yol haritası konusunda bir toplantı yapacağız. Nasıl Ortadoğu’da ve Orta Asya’da ve dünyanın her yerinde vatandaşlarımıza vize muafiyetinin peşindeyiz, Avrupa’nın da peşindeyiz, hiç peşini bırakmayacağız. Üç yıl önce resmen talep ettik, bunun takipçisi olacağız.

Niye bu vize muafiyetinin üzerinde bu kadar duruyorum? Bakanlık döneminde de en fazla üzerinde durduğum konu, demin söylediğim sebeple. Bizim sömürgeci bir geçmişimiz yok ki elimizde böyle büyük sermaye terakümleri olmuş olsun. Namütenahi doğal kaynaklarımız da yok; enerji gibi, doğal gaz gibi. Bizim elimizde ne var? Bizim doğal kaynağımız da, her türlü kaynağımız da; insan kaynağımız. İnsanımız ne kadar çok hareket ederse o kadar çok değer üretir. Hani eski dönemlerde kadim kültürde aşiretlerin bile hareketi tehlikeli görüp yerleştirilmeye çalışılırdı ya, “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” o yerleştirmeye karşı söylenmiş bir sözdür. Devlet genellikle vatandaşını sabit ve bir yerde görmek ister, yani nerede olduğunu bilmek ister. Bu vize belası bize 12 Eylül’ün bıraktığı bir mirastır Avrupa’da. Çünkü hareketi engellemek için o günkü yönetim Avrupa’daki vize uygulamalarını neredeyse teşvik etmiştir. Buradan insanlar oraya gidip de, işte muhalefet oluşmasın diye. Biz şimdi tam tersini söylüyoruz, biz diyoruz ki, insanımız ne kadar hareket ederse o kadar çok değer üretir. Afrika’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da her yerde Türk görmek istiyoruz. Bu Dışişleri Bakanı olarak benim fazla iş yükü talep etmem anlamına geliyor. Çünkü bizim vatandaşlarımız gittiği yerde de çok sabit durmuyorlar, hani hareketi tam anlamıyla hareket, kaybolanlar, kaçırılanlar, kaybolup Bakanlığı arayanlar, her türlü hareket var, buna rağmen söylüyorum. Birçok yerde bizim Bakanlığın konsolosluk hizmetleri için 24 saat açık acil hattı var. Bu hikaye çok ilginç. Yani bu da artık Bakanlığımızın nasıl intibak ettiğini gösteriyor. New York’ta İngilizce bilmeyen bir Türk, taksiye biniyor, anlaşamıyorlar. Bakıyor bizim acil hat, zannediyor ki o hat New York’ta. Arıyor, bizim Ankara’daki telefon cevap veriyor. Şuraya gideceğim bu şoför lisan bilmiyor diyor. Türkçe’yi bilmemesi lisan bilmemek. - Bu bizim millette de böyle bir şey vardır. Melih Cevdet Anday’ın hatıralarını okumuştum, çok hoşuma giden bir kitaptı. Tipik Türk karakterini gösterir. Paris’te Şanzelize’de yürürken birisi gelir, Türkçe şurası nerede der, o da anlatır. Sonra yanından gider, ya bu beni nasıl tanıdı diye de merak eder. Benim Türk olduğumu bu kadar adam arasında nasıl anladı. Yakalar, nasıl anladın benim Türk olduğumu? Ben senin Türk olduğunu nereden bileyim. Türkçe sordun. Ben başka dil bilmem ki. - Emin olun Afrika’ya, Latin Amerika’ya giden girişimcilerimizin önemli bir kısmı lisan bilmiyor, ama büyük işler yapıyorlar. Bakın bir misal vereyim burada, yine çarpıcı bir misal. Etiyopya’da 2005 yılında bir Türk şirketi vardı, 50 milyon dolar yatırımımız vardı. Geçen ay Etiyopya’daydım, son rakamları aldım, 341 şirketimiz var, 3 milyar Dolar yatırımımız var yedi yıl içinde. Şimdi o değer üretiyor. Biz o zaman coğrafyamızı “hub” yapacağız, yani coğrafya da bizim değerimizdir, yani enerji bizim üzerimizden geçecek, ulaşım bizim üzerimizden, onun için Türk Hava Yolları önemli. Onun için İstanbul’da 100 milyonu aşan bir kapasiteli havaalanı önemli. İstiyoruz ki dünyanın her yerine giden İstanbul üzerinden gitsin.

Bakın yine çarpıcı geldiğimiz noktayı göstermek istiyorum. Tunus’ta Suriye’nin Dostları Toplantısından çıktık, İstanbul’a geldim. Havaalanında baktım Sudan Dışişleri Bakanı, dedim ikili ziyaret falan da yok, ne işiniz var, hoş geldiniz ama dedim VIP Salonunda. Dedi ki, ben Sudan’a gidiyorum. Sudan’a gitmek için niye buraya geldin? Tunus’tan Sudan’a gitmek için İstanbul üzerinden aktarma yapılıyor artık. Eskiden Türkiye’den Afrika’ya gitmek için Paris üzerinden aktarma yapılırdı.

Coğrafyamızı bir üst yapacağız enerji aktarımı anlamında, ulaşım hatları anlamında. İnsanımızı da bütün dünyada atar damarlarında kan pompalayan bir kalp gibi bütün dünyada dolaşmasını isteyeceğiz. Onun için diyorum, bu dinamik insan gücü vize muafiyetiyle Avrupa’da dolaştığında, Avrupa’ya da can katar, dinamizm katar. Artık o eski işsiz güçsüz Türk algısı yok oldu. Şimdi Avrupa’daki bu gelişmeleri de yakından takip ediyoruz. 2012’de bu anlamda Avrupa içinde büyük bir transformasyon yaşandı. Yani Stratejik Düşünce Enstitüsü ve diğer kuruluşlarımızın bunun üzerinde daha fazla ülke ülke çalışmasını rica ediyorum, sadece Ortadoğu ülkeleriyle Avrupa’daki trendi takip etme noktasında.

Şimdi toparlamak gerekirse, 2002’de biz birtakım ilkeler vaad etmiştik, dış politika anlamında, hatırlayacaksınız.

Bir; özgürlük, güvenlik dengesi demiştik. Elhamdülillah ülkemizde bu büyük ölçüde sağlandı. İnşallah demokratikleşmenin artışıyla daha da tahkim edeceğiz bunu. Ve bu dengenin şimdi Ortadoğu’da da sağlanması için çaba sarf ediyoruz, özgür ve güvenli bir bölge kurmak istiyoruz Ortadoğu’da.

İkincisi; komşularla sıfır sorun demiştik. Üzerimize çok gelindiği için tekrar teyit edelim. Evet ve ısrarla komşularla sıfır sorun politikasını yürüttük, yürütmeye devam edeceğiz ve önemli neticeler de aldık. Biz komşularla sıfır sorun derken herhalde tarih bilen biri olarak ben hayal görüyor değildim, kardeşler arasında da sorunsuz bir şey olmayacağını bilecek kadar da akıl ve irfan sahibiyim, mantık sahibiyim. Kast ettiğim şey neydi? Bir paradigmanın değişmesi lazımdı, zihniyetin değişmesi lazımdı. 1990’lı yıllarda komşularla ilişkiler düşünün. Tam o deprem sonrasında, tam da komşularla ilişkilerimizi geliştirmemiz gerektiği bir dönemde bütün komşularımızla sıkıntılı idik. Psikolojimiz şöyleydi, dört yanı düşmanla çevrili. Şimdi bir fırsat yakaladık diye - mal bulmuş mağribi gibi - Suriye bağlamından hareketle bütün komşularla sıkıntı yaşıyoruz deniyor. Bakın Ukrayna’ya Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi’ni Eylül ayında yaptık. Kazakistan’la yaptık, Rusya’yla bütün o spekülasyonlara rağmen son derece başarılı Üst Düzey İşbirliği Konseyini Aralık ayında yaptık, Ocak ayında Yunanistan’la yapacağız. Arka arkaya bu mekanizmayı oturtmadığımız, işletmediğimiz hiçbir ülke yok çevremizle. Yunanistan’la, Bulgaristan’la, Romanya’yla, Rusya’yla, Gürcistan’la, Azerbaycan’la, Kazakistan’la, Tacikistan’la, Özbekistan’la, Kazakistan’la, ama Özbekistan’la da inşallah ilişkilerimizde bir hareketlilik, olumlu bir hareketlilik bekliyoruz. Mısır’la, Libya’yla, Tunus’la bunların hepsiyle stratejik işbirliği konseyi kurduk. Tabii, Suriye’de büyük deprem yaşanırken bazı sıkıntılar da yaşanıyor. Ama Suriye bağlamı dışına çıkarıldığında komşulara da ilişkilerimizin hem ekonomik ticaret bağlamında, ekonomik ilişkiler bağlamında, hem siyasi diyalog bağlamında en üst düzeyde yürüdüğünü göreceksiniz. Suriye konusunda da inşallah yeni ve halkın iradesine dayanan bir Suriye yönetimi oluştuğunda ilişkilerimizin bırakın sorunsuzluğu, başka ne aşamalara geleceğine hepimiz şahit olacağız. Biz yatırımımızı Suriye halkına yaptık, kişilere değil. O yatırımımız da ne kadar sürerse sürsün bu çileli geçiş süreci, sonunda kazanılacak bir yatırımdır, halklara yatırım yapan kaybetmez.

Üçüncü ilke olarak, komşu havzalarda etkinlik demiştik. 2012’de Balkanlar’da iki tane üçlü mekanizmaya işletmeye devam ettik. Bosna’yla ilgili, Kosova’yla ilgili süreçlerde de hep etkin rol oynadık. Bosna-Sırbistan-Türkiye üçlüsünü, Bosna-Türkiye-Hırvatistan üçlüsünü işletiyoruz, Sırbistan’daki yönetim değişikliğine rağmen. Nikoliç Yönetimi iş başına geldi, onlarla da aynı şekilde iyi diyaloğu sürdürmeye kararlıyız. Birkaç gün önce Makedonya’daydım. Orada gördüğümüz atmosfer bunun en iyi işareti. Balkanlarda da aynı Ortadoğu’da olduğu gibi siyasi diyaloğa, ekonomik entegrasyona dayalı politikaları sürdüreceğiz. Kafkaslarda Gürcistan ve Azerbaycan’a olan yakın ilişkilerimiz bağlamında iki mekanizma daha kurduk, bu sene içinde kurduk ikisini de. Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan ilk toplantıyı Trabzon’da yaptık, Ocak ayında ikinci toplantıyı Batum’da yapacağız. Orada da Hükümet değişti, orada da ilişkilerimizde herhangi bir aksama yaşanmadı. İkinci üçlü mekanizma; Türkiye-Azerbaycan-İran mekanizmasının da üç toplantısını yaptık, şimdi önümüzdeki ayda Erzurum’da yapacağız. Orta Asya için Türk konseyini kurduk bu sene, kurumsallaştırdık, konsey merkezini açtık, bunun onlarca örneklerini verebilirim.

Dördüncü ana alan; küresel güçler arasında dengeli ilişkilerdi. 2012 yılında Türk-Amerikan ilişkilerine bakın, Türk-Rus ilişkilerine bakın, Türk-Çin ilişkilerine bakın bunları görürsünüz. Küresel güçlerin tümüyle yoğun, kapsamlı ilişkiler. 27 yıldan sonra ilk defa Türk Başbakanı 2012 yılında Çin’i ziyaret etti ve olağanüstü idi. Sadece bir Çin ziyareti Pekin’de olmuyor. Urumçi’ye de Şanghay’a da gittim, büyük bir faaliyetti. Şimdi önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan ilişkileri, yeni Amerikan Yönetimiyle, Obama Yönetiminin devamıyla şu ana kadar süregelen parametreler çerçevesinde gelişerek ilerleyecek. Hiç kimse Türk-Amerikan ilişkilerinde bu anlamda irrasyonel bir kriz beklentisi içinde olmasın. Türk-Rus ilişkileri son örneğinde gördüğümüz gibi son derece iyi seyrediyor, Çin’le ilişkilerden de bahsettim.

Beşinci ilke olarak hep vurgulaya geldiğimiz bir prensip vardı; uluslararası girişimler ve Birleşmiş Milletler sistemi için daha aktif bir rol. Geçmişte Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı Sürecini kurmuştuk, 2012’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı kararla, Türkiye, Finlandiya’yla birlikte Birleşmiş Milletler arabuluculuk inisiyatifini geliştirdi. Medeniyetler ittifakına 110’u aşkın ülke üye, arabuluculara da bir yıl içinde 44 ülke üye oldu. Bir arabuluculuk merkezini de İstanbul’da kuracağız. Bir Birleşmiş Milletler Bölgesel Merkezi İstanbul’da oluşacak. İstanbul’u bütün çevre bölgelerin merkezi olmanın ötesinde bir küresel barış merkezi haline getireceğiz bugün veya yarın. Yine Birleşmiş Milletler içinde nükleer silahsızlanma konusunda 6 ülkeyle başlattığımız proje son derece büyük etkinlik kazandı. İstanbul’da Haziran ayında son toplantısını yaptık. Teröre karşı küresel forumu Amerika Birleşik Devletleri’yle birlikte kurduk. Ona da 30’u aşkın ülke üye, eş başkanlığını yürütüyoruz. Son toplantısı Birleşik Arap Emirlikleri’nde geçen hafta yapıldı. Haziran’da da Türkiye’de yapılmıştı. Bütün çevre uluslararası örgütlere Türkiye ya doğrudan üyedir, ya stratejik diyalog ortağıdır ya da gözlemcidir. Şanghay İşbirliği Örgütü kalmıştı onunla da olduk. Karayipler Örgütünden tutun Pasifik Adalarına kadar nerede bir uluslararası örgüt varsa orada varız. Şimdi Finlandiya’daydım, arkadaşlara talimatı verdim. ARCTIC Forumuna da üye olacağız. Yani Kuzey Kutbuna yakın ülkelerin oluşturduğu forum. Oraya da yani doğrudan üye olamadığımız için değil, ama gözlemci yollayacağız. Dünyanın neresinde bir yaprak kıpırdasa ondan haberimiz olacak, bütün uluslararası örgütlere de üye olacağız, bunlara ev sahipliği yapacağız. 2015’te G-20’nin ev sahibi oluyoruz. Birleşmiş Milletler sistemini içeriden tenkit edeceğiz. Ama aynı zamanda Birleşmiş Milletlerde de aktif olacağız. Niye tenkit ediyoruz Birleşmiş Milletler sistemini? İşte son iki örnekte gördük. İlkeli tutumla Birleşmiş Milletler sistemi arasındaki fark ortaya çıkıyor.

Bakın, Filistin Devleti. 1947 yılında 181 sayılı kararla bir devlet sözü var Filistin’e, şu ana kadar yerine getirilmedi. Türkiye’nin öncülüğüyle ve Filistin destekleyerek geçen ay 29 Kasım’da tam da 181 sayılı kararın yıldönümünde Filistin Devleti, Birleşmiş Milletler’de de “devlet” olarak tanındı, üye olmayan devlet, ama devlet. Eskiden bir NGO gibi hükümet dışı bir örgüt gibi, yani PLO olarak. Şimdi burada düşününüz, bir ülke Güvenlik Konseyi’nde veto ettiği için devlet statüsü kazanamıyor Filistin Devleti. 138 ülke bir tarafta yer alıyor, 9 ülke bir tarafta, diğerleri arada. Fakat bir ülkenin blokajı var. Dostumuz, müttefikimiz olmakla birlikte Amerika Birleşik Devletleri’yle bu konuda tamamıyla farklı düşünüyoruz. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun kararı uluslararası toplumun vicdanını yansıtır ve bu vicdan demiştir ki, Filistin, devlet olmalıdır.

İkinci örneği veriyorum, Suriye örneği. Aynı Genel Kurul geçen sene 132 oyla Suriye rejimini kınayan ve Suriye’de demokrasiye geçişi öngören bir tasarıyı kabul etti. Orada da iki ülke, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin iki ülkesi biri komşumuz Rusya, biri de yeni dostumuz Çin. İki ülke 132 ülkenin talep ettiğinin karşısında yer aldı. Suriye’nin Dostları Grubu Toplantısına 114 ülke katılıyor ve Suriye Ulusal Koalisyonunu tanıyor. Ama iki ülke, bütün Birleşmiş Milletler sistemini bloke edebiliyor. Şimdi bu gösteriyor ki, bir konuda birisi, bir başka konuda başka bir daimi üye, uluslararası toplumun genel vicdanının dışında davranıyor ve Birleşmiş Milletler sistemi bloke edilebiliyor. Birleşmiş Milletler sistemi çözüm üretmek için var, blokaj için değil. Biz bu konudaki samimi niyetlerimizi, düşüncelerimizi de söyledik. İki konuda da Türkiye, hep uluslararası vicdanın yanında yer aldı, bundan sonra da böyle yer almaya devam edecek.

Özetle, 2012 bütün bu göstergeler itibariyle üçüncü deprem dediğim depremin belki de en kritik yıllarından biri oldu. Ama gelecek perspektifi bağlamında da Türkiye’nin gerek kendisine ve coğrafyasına biçtiği konum, gerek bölgesel etkinliği, gerekse küresel alanda sahip olduğu etkinlik anlamında son derece başarılı bir yıl olmuştur. Ve 2013’te de inşallah Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün bu alanlardaki artan gücünün herkesçe fark edileceği gelişmelere şahit olacağız.

Çok teşekkür ediyorum.