Sayın Bakanımızın 9 Mayıs Avrupa Günü Vesilesiyle AB Büyükelçilerine Verdiği Yemekte Yaptığı Konuşma, 8 Mayıs 2009

Değerli Büyükelçiler, değerli basın mensupları,

Bugün, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ile birlikte Avrupa Günü’nü kutlamak amacıyla sizi misafir etmekten büyük onur duyuyoruz.

Dışişleri Bakanı olarak atanmamı takiben, Avrupa Birliği ve aday ülkelerinin Büyükelçileriyle -ki hepsi benim eski dostlarımdır, yakın çalışma ve mesai arkadaşlarımdır ve öyle olmaya devam edeceklerdir- ilk defa bir araya geldiğimiz tarihin, kıtamıza barış, refah ve istikrar getiren Avrupa Birliği’nin kuruluş yıldönümüne dek gelmesi benim için ayrıca bir memnuniyet kaynağı olmuştur.

Avrupa Birliği dinamik bir sürecin son derece başarılı bir netice ile sonuçlanmasının ürünüdür. Karşılıklı savaşlarla, iç çekişmelerle yaşanan uzun asırlardan sonra Avrupa Birliği, gerçek bir başarı öyküsüyle bugün bir özgürlük, istikrar, barış birliği haline dönüşmüştür. Ancak şunu unutmamamız gerekir ki, Avrupa Birliği dinamik bir süreçtir ve bu dinamizm devam etmektedir. Bugün ben sizi, var olan problemleri tartışmaktan daha çok, ortak vizyonumuzu paylaşmaya davet edeceğim.

Türkiye Cumhuriyeti de tarih yürüyüşüne devam ediyor. Son derece dinamik, hareketli, vizyon merkezli bir yürüyüş. Şu anda bizim birbirimize sormamız gereken, geleceğimizi belirleyecek olan bu vizyona nasıl yaklaştığımızdır. Şöyle bir kıyas yapmanızı istiyorum. AB’nin 1957 yılında Roma Antlaşması ile başlayan bu uzun yürüyüş, olgunlaşma evresini tamamladı, belli bir aşamaya geldi. Ancak hala kendi içinde büyük bir dönüşüm yaşıyor.

Bir Avrupalı olarak, sadece Avrupa Birliği’ne aday bir ülkenin Dışişleri Bakanı olarak değil, bir Avrupalı olarak ben 2057 yılında, yani Avrupa Birliği’nin bu tarihi yürüyüşünün 100 yıl sonrasında, çocuklarımıza ve torunlarımıza nasıl bir Avrupa devredeceğimizin muhasebesini yapmak sorumluluğunu hissediyorum. Bu muhasebeyi de, söylediğim gibi, müzakere yürüten bir taraf olarak değil, ortak kıtayı paylaştığımız, ortak tarihi paylaştığımız gibi, ortak geleceği de paylaştığımıza inandığımız bir topluluk olarak yapmaya davet ediyorum.

Aynı şekilde bu sefer bu vizyon çerçevesinde biz Türkiye olarak, bu coğrafyada ve bu tarihe sahip güçlü bir ülke olarak, 2023’te, Cumhuriyetimizin 100. yılında, çocuklarımıza, bizden sonraki nesillere nasıl bir devlet, nasıl bir ülke, nasıl bir siyasal, ekonomik yapı devredeceğimizin muhasebesini yapmak sorumluluğu ile karşı karşıyayız.

Gün geçmişi tartışmak, geçmiş ihtilafları, problem alanlarını ortaya koymak, sınırları hiç olmamış Avrupa’nın sınırlarını çizmek, bu sınırlarda yeni Berlin duvarları örmek, Avrupa içi ve dışı kavramlarıyla yeni parçalanmalara yol açmak günü değildir. Gün vizyonlarımızı paylaşma günüdür. Gün pozitif düşünme günüdür. Bu Avrupa Gününde hepimiz bu pozitif gündemle bakmak durumundayız.

Birliği görmek, 2023’te Avrupa Birliği’nin tabii üyesi olmuş güçlü bir Türkiye görmek için, bizim 2013’e kadar, yani Ankara Antlaşmasının 50. yılını idrak edeceğimiz 2013’e kadar olan dönemi çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Biz siyasi iktidar olarak kesin bir şekilde 2013’te kutlayacağımız Avrupa Günü’nü de bir aday ülke olarak kutlamak istemiyoruz. Çok daha önce bu sürecin tamamlanması için siyasi irademizi harekete geçireceğiz, gerekli her şeyi yapacağız. Ama aynı anlayışı Avrupa Birliği’nden beklemenin bizim hakkımız olduğunu düşünüyoruz.

Nasıl bir Avrupa düşünüyoruz? Avrupalı olarak, Avrupa’da Türkiye olarak ve ileride Avrupa’nın her türlü meselesinin içinde aktif bir özne olarak bizim zihnimizdeki Avrupa nasıldır? Bunun üç ana unsurunu sizlerle paylaşmak istiyorum:

Birincisi kültürel unsur: Artık kültürlerin ayrıştırıcı değil, bütünleştirici niteliklerini öne çıkarmalıyız. İnsanlık kültürünün bütün birikimleriyle sağlıklı bir iletişim kurmuş, çoğulculuğu “ortak iyi” ve ”birarada yaşama ahlakı” ile bütünleştirmiş bir Avrupa hayal ediyoruz. 2057 yılında, önümüzdeki dönemde, Toynbee’nin “Study of History” başlıklı eserindeki o muhteşem kavramsallaştırmasıyla, ‘egocentric illusion’ yani ‘benmerkezci yanılsamanın egemen olduğu, kendi içine kapanmış, sadece monolitik bir kültür anlayışına sahip bir Avrupa değil, Braudel’in “Medeniyetlerin Grameri” kitabında vurguladığı şekliyle, medeniyetler tarihinin karşılıklı ödünç alma tarihi olduğunun bilincinde bir Avrupa hayal ediyoruz. Böyle bir Avrupa, Jean Monnet ve Robert Schuman’ın ‘çeşitlilik içinde birlik’ anlayışına da uygun düşecek bir Avrupa’dır. Böyle bir Avrupa, bütün dünya birikimleriyle, insanlık birikimleriyle iç içe geçmiş, harmanlanmış bir insanlık kültürünün parçası olacak bir Avrupa’dır.

Bu kültür anlayışı Avrupa’yı kendi içinde belki birçok sorunla, birçok yüzleşmeyle karşı karşıya bırakabilecektir. Ama Avrupa 19. yüzyıldaki insanlık tarihinin Avrupa tarihi ile özdeşleşmesi anlayışını, bu sefer Avrupa’dan hareketle insanlık tarihi ile bütünleşme anlayışına dönüştürmüş bir Avrupa olacaktır. Gerçek küresel kültüre entegre olmuş Avrupa, böyle bir Avrupa olacaktır. Tek boyutlu, tek eksenli bir kültür anlayışının yerine, bütün kültürlerle yüzleşebilen, harmanlanabilen, onlarla birlikte insanlık kültürünün bütününü kuşatan bir Avrupa hayal ediyoruz.

İkincisi ekonomik boyut: Son 200-300 yılın ekonomik tarihine baktığımızda, sanayi devriminden bugüne, Avrupa küresel ekonominin motor gücü olagelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki arızi dönem hariç tutulursa ki bütün Avrupa’nın yıkıldığı dönem, Avrupa, Avrupa Birliği ile birlikte tekrar o eski ekonomik gücüne kavuşma imkânı bulmuştur. Ancak geçen sene yaşamış olduğumuz küresel ekonomik kriz şunu çok açık bir şekilde göstermiştirki, dünyanın en güçlü ekonomileri bile eğer küresel ekonomik sistem içindeki konumlarını doğru değerlendiremezlerse, bu krizden etkilenen edilgen konuma düşebiliyorlar. Bu durum Avrupa için ve Avrupa Birliği için büyük bir meydan okumayı beraberinde getirmektedir. Küresel ekonomik krizden sonra hepimiz oturup Avrupa’nın ekonomik geleceğini tekrar düşünme sorunu ile karşı karşıyayız. Avrupa Birliği’nin bütün cazibesini, dünyadaki cazibesini koruması, ekonomik dinamizmini korumasına bağlıdır. Ekonomik dinamizmini koruması da, insan unsurunu doğru değerlendirmesi ile irtibatlıdır. Güçlü teknolojik birikim insan unsuru ile birleştiği zaman harekete geçebilir. Biz, 2057 yılında Avrupa’yı, içinde Türkiye’nin de olduğu Avrupa Birliği’ni, hala küresel ekonominin motor gücü halinde görmek istiyoruz. Aksi takdirde Avrupa Birliği, sadece Birliğe aday olan ya da Avrupa’yı takip eden ülkeler için değil, Avrupa içindeki ülkeler için de bir cazibe merkezi olma niteliğini kaybetme riski ile karşı karşıya kalacaktır.

Üçüncü önemli boyut siyasal boyut: Biz Avrupa’yı uluslararası sistemin belirleyici aktörü olarak görmek istiyoruz. Uluslararası sistemin olayları takip eden, olayları olduktan sonra yönlendirmeye çalışan sıradan bir aktörü değil, olaylar içinde aktif pozisyon belirleyen, bireysel hak ve özgürlüklere, demokratik değerlere dayalı güçlü siyasal birikimini uluslararası alana yansıtan bir Avrupa Birliği istiyoruz. Bu öyle bir Avrupa Birliği olmalıdırki, sadece Avrupa’ya değil, çevre bölgeler de içinde olmak üzere bütün dünyaya güvenlik, barış, istikrar ve refah aktarabilsin. Artık öylesine bir küresel sistemde yaşıyoruz ki, bizim Avrupa’da refah içinde olmamız, Afrika’da açlık varsa sürdürülebilir bir refah değildir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bizim Avrupa’da güvenlik içinde olmamız, eğer Fas’tan Endonezya’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanan kuşak içinde krizler varsa, büyük katliamlar yaşanıyorsa, büyük haksızlıklar yaşanıyorsa, sürdürülebilir bir güvenlik anlayışı değildir.

Bu vizyonla Avrupa’ya bakıyoruz. İnsanlık kültürüyle bütünleşmiş, küresel ekonomi politiği yönlendirebilen, uluslararası sistemde hak ettiği ağırlığı bulan bir Avrupa’nın parçası olmak istiyoruz.

Peki Türkiye vizyonumuz nedir? Türkiye vizyonumuz da aynı prensipler etrafında ele alınabilir. Bu vizyonumuzun kültürel perspektifi, Türkiye’yi bütün tarihi-kültürel akışkanlığın bugünkü evrensel kültürle bütünleştiği bir ülke haline getirmektir.

Dün Sayın Büyükelçilerimizin katıldığı önemli bir törende birlikteydik. Yunus Emre Vakfı kuruldu. Bu Vakıf’la ulusal kültürümüzü evrensel kültürle bütünleştirme çabası içinde olacağız. Orada da vurgulamaya çalıştım. Türkiye’nin kültürü öylesine zengin bir kültürdür ki, bu kültürün dilinin temel referans kaynağı olan Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk’ü, bugün Çin sınırları içinde kalan bir coğrafyada yazılmıştır. Bu kültürün mimari zirvesini oluşturan Tac Mahal ve edebi klasiğini oluşturan Babürname Hint’de ortaya çıkmış, siyasi kültürün temelini oluşturan Selçuklu’da Nizamülmülk İran ve Mezepotamya’da yazılmış, çok büyük edebi zenginliğe sahip Mevlana ve Yunus Emre’nin manevi boyutu da içeren güçlü halk kültürü Anadolu topraklarında yeşermiş, İstanbul’da Baki’de, Itri’de gördüğümüz edebi ve musiki zevki, Mimar Sinan’da gördüğümüz mimari zevk, Avrupa içinde Avrupa sanatını da etkileyen, o mimariyle o fiziki anlayışla bütünleşen bir etki oluşturmuştur. Nitekim, son olarak da Nobel’i kazanmış olan Orhan Pamuk İstanbul’u anlattığı için, İstanbul’u güzel anlatabildiği için, Türkçeyi son derece düzgün ve güzel kullandığı için bu Nobel’e layık görülmüştür. İstanbul’suz Avrupa gerçek bir Avrupa olmayacaktır.

Biz bütün bu yerel kültürlerden aldığımız mirası Avrupa kültürü ile bütünleştirebilecek kültürel zenginliğe sahip en köklü kültür topluluklarından birini oluşturuyoruz. Türkiye bu anlamda sadece Hint’ten, Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan o yerel kültürel zenginlikleri Avrupa’ya taşıyan bir köprü değil, bütün bunların sentezini yapabilen güçlü bir kültürel hareketliliğin merkezi haline gelecektir. Biz böyle bir Türkiye düşünüyoruz. Düşünce özgürlüğünün kökleştiği, her türlü konunun rahatlıkla tartışılabildiği, her türlü kültürel öznenin Türkiye’de yer alabildiği, kendini ifade edebildiği, ama bunun içinde özgün bir kültürün yeşerebildiği bir Türkiye. Böyle bir Türkiye Avrupa’ya katkıda bulunabilecektir. Yoksa Avrupa kültürünün sadece türevi olmuş bir Türkiye değil. Avrupa kültürü ile bütünleşerek, insanlık kültürüne, evrensel kültüre katkıda bulunabilen bir Türkiye istiyoruz.

Türkiye vizyonumuzun ikinci boyutu ekonomi ile ilgilidir. Yine Türkiye’nin, çok güçlü insan kaynağını, yeni bir teknolojik devrim anlayışıyla, bilim anlayışıyla, sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma projesiyle, dünyanın en güçlü ekonomileri arasında yer alma iddiasını sürdürmek istiyoruz. Bu coğrafya zayıf ekonomileri kaldırmaz. Böyle bir ekonomi bu coğrafyada istikrarsızlık, güvensizlik anlamına gelir. Bunun bilinciyle, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin dünyanın en büyük on ekonomisi arasında yer almasını hedefliyoruz.

Üçüncü ve bizce en önemli vizyon unsurlarımızdan birisi de, siyasi, stratejik vizyonumuzdur. Türkiye, Avrupa değerleriyle bütünleşen, bireysel hak ve özgürlükleri öne çıkaran, güçlü, demokratik, siyasal sistemini oturtmuş, üzerinde hiçbir şüphe duyulmayan bir siyasal istikrar kazanmış yepyeni bir siyasi vizyon ile önümüzdeki döneme girmek istemektedir.

Türkiye belki Avrupa ülkelerinin birçoğundan tarihi bakımdan çok daha önce Anayasal sisteme geçmiş, çok daha önce kadınlara siyasal katılım hakkı tanımış, birçok noktada birçok Avrupa ülkesinden belki çok daha önce siyasi seçim gerçekliği ile yüzleşmiş ve onu hayata geçirmiş bir siyasi geçmişe sahip olarak, en güçlü şekilde bu demokratik sistemi inşa etmek ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Biz demokrasimizin en büyük yumuşak gücümüz olduğunun farkındayız. Özgürlük, güvenlik, refah üçgenini inşa ettikçe Türkiye’nin ayakta kalabileceğini, güçlü olabileceğini ve Avrupa Birliği’ne katılmayı hak edebileceğini biliyoruz. 2023 Türkiye’sine giden yolda, 2013 eşiğini de düşünerek, herkesin özgür olduğu, herkesin güvenli olduğu, herkesin refahtan pay aldığı bir Türkiye özlemi içinde olacağız. Ve bunu da sadece kendimiz için değil çevremize, çevre bölgelere yayan bir stratejik anlayışı benimseyeceğiz.

Bu iki vizyon, Avrupa vizyonu ve Türkiye vizyonu, birbirleri ile çelişik değildir. Aksine birbirleriyle tamamıyla tutarlı, birbirleriyle uyumlu vizyonlardır. Eğer biz Türkiye vizyonumuzu gerçekleştirebilirsek, bu Avrupa vizyonumuza temel bir katkı sağlayacaktır. Eğer Avrupa bu yönde hareket ederse, her zaman Türkiye’yi bir değer olarak görecektir.

Bu vizyonları ortaya koymak yetmez, aynı zamanda bu vizyonlar için yapılması gerekenleri de tanımlamamız gerekir. Türkiye tarafı olarak neyi evödevi olarak aldığımızın farkındayız. Evet, çok iyi biliyoruz ki Avrupa Birliği Türkiye’ye değil, biz Avrupa Birliği’ne entegre olacağız. Dolayısıyla çok iyi biliyoruz ki Türkiye, yerine getirilmesi gereken ciddi reform zaruretleri ile karşı karşıyadır.

Şundan emin olunuz; biz Avrupa Birliği sürecini sadece bir dış politika süreci olarak görmüyoruz. Aksine Avrupa Birliği sürecini, Türkiye’nin son 200 yıllık kendini reforme etme ve gerekli uluslararası şartlara uyum gösterme çabasının, yani bir reform sürecinin parçası olarak görüyoruz. İç siyasal, sosyal ve ekonomik reform projesi. Onun için çevreden ekonomiye, hukuktan sanayiye, rekabetten istihdam problemine kadar her alanda Türkiye’nin yenilenmeye ihtiyacı olduğunun farkındayız. Bunun için hiç kimsenin zihninde şu şüphe olmamalıdır: Türkiye reformları yavaşlatıyor mu? Türkiye bunları geciktirecek mi? Hayır. Sadece Avrupa Birliği vizyonumuz dolayısıyla değil, Türkiye vizyonumuz dolayısıyla bu reformların yapılması gerektiğinin farkındayız. Değerli Kabine arkadaşım Sayın Egemen Bağış’ın Başmüzakereci atanmasından sonra reform hareketlerine ne kadar ciddi bir ivme kazandırıldığı hepinizin mutlaka farkında olduğunuz bir gerçektir. Birlikte çalışarak bu iç reform sürecini en üst düzeye çıkarmaya kararlıyız.

İkinci olarak bizim yapmamız gerekenin, daha önce, özellikle 2002, 2004 öncesindeki tartışmaları hatırlatarak söylüyorum. Öyle kanaatler serdedilmişti ki, “Türkiye’yi alırsak çok riskli bölgelere komşu olacağız” diye Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan görüşler vardı. Herhalde son beş yıl herkesin farkına vardığı bir gerçek ortaya çıkmıştır ki, Türkiye girdiği hiçbir yere istikrarsızlık, güvensizlik getirmez. Aksine, Türkiye Avrasya’nın merkezinde sahip olduğu jeopolitik konumuyla sadece Avrupa Birliği’ne; sadece çevremizdeki bölgelere Kafkaslara, Balkanlar’a, Orta Asya’ya, Ortadoğu’ya değil, küresel sisteme de barış getirir. Geçen sene BM Güvenlik Konseyi adaylığımızda 151 oy alabilmiş olmamız bunun eseridir. 151 ülke, Türkiye’ye uluslararası sisteme barış getirecek ülke nazarıyla baktığı için oy vermiştir. Ve nihayet bütün bu küresel forumlarda Avrupa Birliği ile uyumlu bir tutum içinde olmamız gerektiğinin farkındayız. Avrupa Birliği bu küresel ve bölgesel konularda bize bir adım yaklaşırsa, emin olunuz ki biz onlara beş adım, on adım yaklaşacağız. Ama Avrupa Birliği, enerji faslı da dâhil olmak üzere en kritik fasılları askıya almaya devam etmek suretiyle bu stratejik vizyondan uzaklaşıyor. Bu durumda, biz ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım bir netice elde etmemiz zor olacaktır.

Bu çerçevede Avrupa Birliği’nden beklediklerimiz: Türkiye olarak ev ödevini yapmaya hazırız. Ancak Avrupalı dostlarımızdan çok basit, aslında Avrupa’nın temel ahlaki ilkelerine uyumlu temel birkaç şey bekliyoruz. Birincisi sadece Avrupa değeri değil, insanlık değeri olan “taahhütlere sadakat”, “ahde vefa”. Büyük devletler, büyük topluluklar tek bir ölçütle büyük olabilirler: Verdikleri sözü yerine getirmekle. Avrupa Birliği 2004 yılında Türkiye’ye tam üyelik sözü vermiştir. Bundan sonra alternatif üyelikleri gündeme getirmek, bize karşı değil Avrupa kültürüne karşı bir saygısızlıktır. Biz tam üyelik vizyonu içinde bu çalışmalara devam edeceğiz. Avrupa Birliği’nden de tek bir şey istiyoruz: Kendi değerlerine saygı ve ahde vefa.

İkinci beklediğimiz yine çok basit bir gerçeklik. Biz de bunu yapmak zorundayız, ama sizden beklediğimiz; geçmiş resimlere takılmayalım. Konjonktürel iç siyaset alanlarına takılmayalım. Gelecek vizyonu ile bakalım. Türkiye artık Avrupa ülkelerinin iç siyasi tartışması olmaktan çıkarılmalıdır. Her ülke içindeki siyasal tartışmalar, o ülkenin kendi iç ekonomik, siyasi, kültürel problemleri ile ilgili olmalıdır. Hiçbir siyasi parti, lider, taraf, Türkiye üzerinden iç siyaset tartışması çıkartarak prim elde etmeye çalışmamalıdır. Bu da bizim yine siyasi tutarlılık bakımından Avrupalı dostlarımızdan beklediğimiz bir şey. Özellikle Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yaklaştığı bu dönemde, Türkiye’nin Avrupa içi siyasetin, siyaset tartışmalarının bir parçası olmasını arzu etmiyoruz.

Ve nihayet üçüncü beklediğimiz husus: AB süreci ile ilgili olmayan ve bizim zaten gereğini çok önceden yapmış olduğumuz konuların AB önünde engel olmaktan çıkarılmasıdır. Hiçbir Avrupalı dostumuz, özellikle 2004 Burgenstock müzakerelerini bizimle birlikte yaşayan hiçbir Avrupalı dostumuz, ‘Türkiye Kıbrıs konusunda gerekeni yapmamıştır’ diyemez. Türkiye Kıbrıs konusunda, Kıbrıs’ın bir barış adası haline gelmesi konusunda üzerine düşen her şeyi, hiçbir eksik bırakmazsızın yapmıştır. Fedakârlık gerektiren her hususta gerekli fedakârlıkları yapmıştır. Ancak şunu siz saygıdeğer Büyükelçilerimle paylaşmak istiyorum ki, son 5 yıl içinde Kıbrıs Türklerine verilen sözlerin hiçbirisi yerine getirilmemiştir. Ben iki gün önce Kıbrıs’taydım. Eğer Kıbrıs’ta, 2004 yılına göre kuzey Kıbrıs’ta şu anda Avrupa Birliği’ne çok daha şüpheci bir yaklaşım varsa, bu Kuzey Kıbrıslı Türklerin Avrupa’ya inançsızlıklarından değil, Avrupa’ya duydukları güvenin azalmış olmasındadır. Bu güveni tekrar inşa etme sorumluluğu Avrupa Birliği’ne aittir. Türkiye bu müzakerelerde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni sonuna kadar desteklemeye devam edecek. Ama beklediğimiz şu ki, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini Kıbrıs’ta avantaj elde etmek için kullanacak bir argüman haline getirmemesidir. Onlar bunu getirilerse, bizimle bu taahhüt ilişkisine girmiş olan Avrupalı dostlarımızın, liderlerin, bütün ülkelerin bu konuda ortak bir tavır sergilemelerini bekliyoruz. Ümit ediyoruz ki önümüzdeki dönemdeki, müzakere süreci iki tarafın da teşvik edilmesiyle olumlu bir şekilde neticelenir ve artık Kıbrıs meselesi bizim tartışa geldiğimiz bir konu olmaktan çıktığı gibi, Doğu Akdeniz’in barış ve istikrar adası haline dönüşmesini sağlayan bir noktaya gelir. Ama bu olmazsa hiç kimse Türkiye’yi ve Kıbrıslı Türkleri suçlamamalıdır. Hepimiz, bütün taraflar, uluslararası mahkemeler de dâhil olmak üzere, bugün bütün küçük hesapları bir kenara bırakarak, Kıbrıs’ta barış için ortaya çıkan bu şansı değerlendirme sorumluluğu ile karşı karşıyayız.

Özetle, şunu söylemek istiyorum. Türkiye olarak önümüzdeki dönemde, Avrupa Birliği’ni dış politikamızın en temel meselesi olarak görüyoruz, görmeye devam edeceğiz ve önümüzdeki dönemde bu meselenin hepimizin ortak vizyonu etrafında, Türkiye’yi ve Avrupa Birliği’ni küresel ekonomik-politik sistemin, uluslararası siyasal hukuki sistemin en temel aktörleri haline getirecek ve Türkiye’yi Avrupa Birliği için bir yük değil, bir değer olarak ortaya koyacak bir perspektifle birlikte çalışmamızdır. Bu konuda ben ve Bakanlığım, Sayın değerli dostum ve mesai arkadaşım Sayın Egemen Bağış Başmüzakereci olarak ve Avrupa Birliği Genel Sekreterliği yapısı olarak bütünüyle mesaimizi buna ayıracağız. Gelebilecek herhangi bir talebi her an gözden geçireceğiz ve gerekli her türlü adımı atacağız. Ama sizden de talebimiz, Türkiye’deki hissiyatı, Türkiye’deki vizyona dayalı bakışı merkezlerinize en güçlü şekilde iletmeniz ve Avrupa’da bir Türkiye meselesi değil Avrupa’da bir Türkiye değeri oluşmasına katkıda bulunmanızdır.

Tekrar bu daveti kabul edip, teşrif ettiğiniz için teşekkür ediyorum.