Aydın NURHAN*
Giriş
Ekonomik küreselleşmeyi en basit anlamıyla “Birleşik Kaplar Ortamı” olarak tanımlayabiliriz.
Teorik olarak, mutlak rekabet ve bilgiye ayrıcalıksız ulaşım ortamında, üst düzey refah toplumları ile alt düzey refah toplumları orta seviyede birleşeceklerdir.
Küreselleşme bir yandan Batılı köylü ve işçi sınıfları için tehdit oluştururken, diğer yandan da hür dünyaya açılma aşamasındaki kapalı toplumların seçkinlerinin avantajlarını tehdit etmekte, bu sosyal sınıfların da tepkisini çekmektedir.
İlginçtir, küreselleşmeye Batı dünyasından gelen tepkiler, Doğu dünyasından gelenlerden çok daha şiddetlidir.
Gerçekte küresel tek köy haline gelen dünyamızın ortak sorunları artık hiçbir insan beyninin veya merkezi bir elit sınıfın başedemeyeceği noktaya varmakta, işler kontroldan çıkmaktadır.
Paul Kennedy’nin “askeri ve ekonomik overstretch - aşırı yayılma” terimlerini hatırlayarak bu durumu da bir sonraki aşama, “Intellectual Overstretch - İnsan Beyninin Kapasitesinin Aşılması” olarak adlandırabiliriz.
Doğal sürecinde çığ gibi hızlanan ve dizginlenmesi imkansız olan küreselleşme korkutucu, korkutucu olduğu kadar da çaresizlik veren bir fenomen haline gelmektedir.
Kömür, çelik ve petrol dünya savaşlarına sebep olmuşlardı. Bu kez Çin ve Hindistan uyanmakta, dünya nüfusunun üçte biriyle dünyanın stratejik gaz ve petrolüne büyük bir iştahla talip olmakta..
İstatistik verilerin ve genel kanının aksine, küreselleşmeden “Uyanan Doğu” kazanmakta, zenginlik ve medeniyet rehavetindeki Batılı kaybetmektedir. O nedenledir ki, 21. Yüzyıl Pasifik Yüzyılı olacak denilmektedir.
Makalemizin ruhunu da “Doğu’nun Uyanışı” oluşturmaktadır.
Doğu’nun Uyanışı
Bilindiği gibi Avrupa Ortaçağlarda ahiret için yaşarken daha sonra Rönesans, Reform ve müteakip sanayi devrimi ile dünya malına uyanmış ve sonra da tüm dünyaya galebe çalmış, zirveye oturmuştu. Yaşlı Avrupa doygunluk ve zirveye oturmuşluğun rehavetiyle eski hırsını kaybederken, Doğu halkları “dolar” için ahlaki değerlerini feda dahil, her türlü özveriye hazır durumda gelmekte.
Batı dünyasının dünya malına yeni uyanan enerjik kitlelerle başetmesi zor görünmekte, bu aç saldırı karşısında savunma konumuna girmekte, elindeki nimetleri kaybetmeme telaşına düşmektedir.
Hatırlanacağı gibi imparatorluklar geniş coğrafyalarda ticareti güvencede tutuyorlardı. Modern, daralmış ulus-devletlerin doğuşuyla dünyada mal ve insan akışı akamete uğramış, Avrupa Birliği biraz da bu ihtiyacın zorlamasıyla doğmuştu.
Küreselleşmenin önce ulus devletler arasındaki ticari sınırları, sonra da diğer farklılıkları törpülemesi gündemdedir ve Türkiye’nin bu gerçekler bilinci içinde önalıcı tedbirler geliştirmesi gerekir.
Küreselleşmeye Felsefi Bakış
Şu husus özenle vurgulanmalıdır ki, devletler küresel rekabette ayakta kalabilmek için felsefeye ciddi bir ağırlık vermek zorundadırlar.
Küresel Rekabette Doğu ve Batı’da Ulusal Devlet mekanizmasını en zorlayacak unsur, bir yandan yüzyıllar içinden edindiği hakları kaybeden “hakkına odaklı” Homo-Occidentalis’in isyanı, diğer yandan da vaktiyle “göreve şartlandırılmış” Homo-Orientalis’in “madde”ye uyanıp kitleler halinde devrimci patlamaları ihtimalidir.
Özellikle Doğu’da dünya malına uyanış, dinin gevşemesi ve sekülerleşmeye paralel olarak halklar “hak” odaklı tepkiler verecek, Batı’da da yabancı düşmanlığı ve içe kapanmacı tepkiler doğabilecektir.
Günümüz koşullarında uluslararası rekabet ortamında iç siyasette ümmet zihniyetindeki “ödev” anlayışlı Doğu’lu halkların yönetimi kolay, buna karşın “sosyal kontrat”tan doğan haklarını etkin takip eden Batılı halkların yönetimi güç olacaktır.
Dış politik pazarlıklarda ise Batılı seküler halk kitleleri Hükûmetlerine şiddetli baskı yapıp kazançlı çıkarken, ezik ulusların despotik hükûmetleri arkalarında etkin demokratik baskı olmadığı için zararlı çıkacaklardır.
Avrupa Birliğinde görüldüğü üzere popülist siyasetçilerin ulusararası ekonomik rekabet pazarlıklarını referandumla halkoyuna sunma girişimleri, yani doğrudan demokrasi denemeleri küresel ekonomi için ciddi bir tehdit oluşturacaktır.
Keza Avrupa sendikalarının ve sol partilerinin yabancı işçileri düşman görmeleri, “sosyal damping” bahanesiyle kapanmacı, korumacı politikalara yönelmeleri özellikle sosyalist partileri “nasyonal sosyalist” konuma kaydırabilir.
Karl Marks “dünya işçileri birleşin” demişti. Kardeş dünya işçileri düşman kapitale karşı birleşeceklerdi. Bugün ise çaresiz hükûmetler aç işsizlerine işyeri açsın diye küresel sermayeye yaldızlı davetiye gönderiyorlar, kapitali işçilerinin dostu görüyorlar. Ulusal işçi sendikaları bırakalım enternasyonal dayanışmayı, diğer ülke işçi ve sendikalarını “sosyal damping” yapıp ücret kırdıkları için düşman görmeye başladılar artık.
İşçi rekabeti yalnızca uluslararası arenada değil, iç pazarda da şiddetini arttırmada. İşsiz ve aç gezen yurtiçi yığınlar, iş bulup da onu kaybetmemeye çalışan sendikalı işçilere düşük ücretle rakip olmakta, sendikalar da her işe, her ücrete razı rakip yurtiçi ve yurtdışı işsizler kapıda beklerken uluslararası kapitalle pazarlıkta güçlerini yitirmekteler.
Bu arada “Homo Occidentalis” 21.Yüzyılda spiritüalizme kayarken “Homo Orientalis” hızla radikal materyalizme kaymakta, dünya maddi zevkleri için geleneksel kutsallarını fedaya hazır hale gelmektedir. Artık defansa geçen Batı’nın ve despotik ülke seçkinlerinin bu trend ile başetmesi çok zor görünmektedir.
Bu noktada akla şu soru geliyor: Küresel rekabette bir ulusun verimliliğinde din ve felsefenin rolü nedir? 21.Yüzyıl küresel rekabet ortamında bu Weberyan soru da giderek daha çok akademik ilgi çekmektedir.
Doğu toplumlarının uyanışını durdurmak artık imkansızlaşmakta. Cin bir kez şişeden fırladı, Batı bunu Samuel Huntington’ın uyarılarına rağmen istedi. Batı gerçekte ürettiği mallarını satmak için Doğu’yu tüketime, dünya malına uyandırmaya mecburdu, daima genişlemek zorunda olan kapitalizmin başka seçeneği de yoktu, zira kapitalist ekonomi genişleyemediği takdirde içine patlar, çökerdi.
Genç, dinamik ve yükselme çağındaki Cumhuriyetimizin AB stratejisi Doğu’nun bu felsefi uyanışı kapsamında ele alınmalı, 21. Yüzyıl Doğu-Batı rekabeti ortamında 19. Yüzyıl parametrelerine hapsolunmamalıdır.
Yaratıcılık
Batı, vahşi küresel rekabete karşın iyimserliğini korumaya çalışmakta, kurtuluşu hizmet sektörüne kaymakta aramakta, yaratıcılığın yalnızca demokratik, özgür ülkelerde yeşerebileceği sanısıyla inovasyon ve patentte Doğu’nun kendisine asla rakip olamayacağını düşünmektedir. Bu “wishful thinking” üzerinde durmak gerekir.
Oryantal felsefe soyutlaştırma, indeterminizm ve gri alanlar üzerine kurulu iken, modern Batı felsefesi somut, ampirik, kategorik, determinist bir beyin yapısına oturmada.
Bu iki farklı formattaki beyne aynı bilgiler verildiğinde acaba hangisi daha yaratıcı olabilir?
Enformasyonun ışık hızıyla yayıldığı, her bireyin bilgiye ulaşabildiği küresel ortamda küresel havuzdan elde edilen bilgiyi yaratıcılıkta ampirik Batı beyninin mi, yoksa soyutlayıcı Oryantal beynin mi daha iyi değerlendirebileceği konusu belki de 21.Yüzyılın en tayin edici sorusu olacaktır.
Bu sorunun Türkiye için yanıtı da ilginç olacaktır. Türk dili neredeyse bilgisayar mantığında bir dil, ve kategorik, somut beyin yapısı üretmekte. Osmanlıca ve Osmanlı klasik musikisi ise daha soyut ve Doğu felsefesine uygun beyin yapısı üretmekte idi.
Doğu-Batı beyin formatının inovasyona etkisi sorusunun Türkiye’nin geleceği için önemi henüz meçhuldür, ama kısa süre sonra ciddiyetle tartışılacaktır.
Konu açıldığında akla ilk gelen patent sorunudur tabiatiyle. Türkiye icat ve patent alanında gereksiz bir kayıptadır. Türkiye Batı’nın inovasyon alanındaki meydan okumasına yanıt vermek için Devletin tüm kaynaklarını seferber edebilir, her ilin merkezi meydanına düzayak girilecek inovasyon teşvik ve ücretsiz patent tescil merkezleri kurabilir, bu alandaki medya programlarına mali katkıda bulunabilir.
Küresel Rekabet ve Robotizasyon
Tarihte geriye baktığımızda, kapalı ekonomilerde yerel girişimcilerin feodal derebeylerinin ve merkezi despotların sultası altında olduklarını, fazlaca hareket imkânlarının bulunmadığını, günümüzde ise sermaye ve sanayiin dünyaya yayıldığını, küreselleştiğini, girişimcinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar devletten özgürleştiğini ve geniş alanlarda iş yapabildiğini görüyoruz.
Yine, 20. Yüzyıl başında “Know How” yalnızca Batılı işçide olduğu için “Know How” tekeline sahip Batı sendikalarının, henüz dünyaya yeterince açılamamış yerli sanayicilere istedikleri ücretleri empoze edebildiklerini, ama küreselleşmeyle ilkokul mezunu vasıfsız bir Amerikalı işçiye saat başına 10 dolar veren transnasyonal şirket, aynı işi 1 dolara yapan lise mezunu Çinliye “outsource” yapmaya başladığında bu sendikaların güçlerinin eridiğini görüyoruz.
Türk sendikaları ve işverenleri de dünya emekçileri arasındaki kıyasıya rekabet ortamında Türkiye’yi rekabette tutabilecek oynak ücret seviyesini elele vererek, hassasiyetle ve gerçekçi olarak belirlemek ve bunu dinamik olarak gözden geçirmek, güncelleştirmek zorundadırlar.
Bunun da ötesinde, küresel rekabette Türk ve Avrupa işçisinin rakibi her ne kadar Çinli veya Polonyalı muslukçu olarak görülmekte ise de, robotlar tahmin edilenden çok daha kısa sürede, üniversite mezunu profesyonelleri de kapsamak üzere, onmilyonlarca işçinin işini üstlenecektir. Türkiye, küresel ekonomi savaşları için eğitim stratejisinde robotların rekabetini Çinli işçinin rekabetinden çok daha büyük bir ciddiyet ve öncelikle dikkate almak zorundadır, robotların beceremeyecekleri iş alanlarını gecikmeksizin ve incelikle belirlemek zorundadır.
21. Yüzyılda Batı için en ciddi tehditlerden biri, Aldous Huxley öngörüsündeki gibi dünyanın elit üniversitelerinde yetişmiş beyinlerin teknoloji ve robot kullanarak kol, ve hatta profesyonel işgücüne ihtiyaç duymadan üretim yapması, işini robotlara kaptıracak “Batı Demokrasisinin Direği” orta sınıfların alım gücünün yokolması, çıkar dengelerine dayanan bu ülkelerde umulmadık bir anda 19 Yüzyılı andıran sosyal patlamalar ile terörizmin başlamasıdır.
21.Yüzyılda küresel sermaye çok kayganlaştı. Aynı telefon tellerindeki kuşlar gibi hassas ve ürkek. Çok zor toplanıyor, ve en küçük huzursuzlukta tümü bir anda telden kaçıyor.
Peki bu kuşlar ne istiyorlar?
Öncelikle siyasi istikrar ve güvence istiyorlar; ki önlerini görebilsinler, stratejik planlama yapabilsinler. Risk yüksek ise yüksek kâr ve faiz için, anlık kazanç, büyük para çarpmak, sonra da ülkeyi en kısa zamanda terketmek için geliyorlar. Bu olgu, dünyanın fakir ekonomilerinin en büyük sorunu, kanamasıdır.
Bu nedenle eğer ülkeler ekonomilerini dünyaya entegre etmek istiyorlarsa tam liberalizm uygulamalı, dürüst sermayeye mutlak güvence vermeli ki, o da stratejik yatırım yapabilsin, makul kâr ve faiz hadleri içinde çalışsın, ve herşeyin üzerinde, kârını başka ülkeye kaçırmak yerine aynı ülkeye tekrar yatırsın, o ülkede işini büyütsün.
Şirketlerin Milliyeti
Kapalı kasaba ekonomisinde esnaf yerel güç sahiplerinin ağır kontrolünü üzerinde hisseder. Ve sermaye belirli bir hacme ulaşınca metropollere kaçar, bu da kırsal ekonominin kan kaybına yolaçar.
Metropollerde palazlanan sermaye ise küresel sermayeye dönüşür, uygun ulusal koşulları bulamazsa ülkeyi terkeder. Evvelce devletle işbirliği içinde olan, özellikle emperyalizm çağında arkasında devlet desteği ile sömürgeler kuran büyük sermaye, 21. Yüzyılda devletle işbirliğini gevşetmekte, bu da özellikle Batılı transnasyonal şirketlerin devletlerine ve halklarına ihanet ettikleri yakınmalarını doğurmaktadır.
Küresel sermaye-devlet işbirliğinde bir ilginç husus, 21. Yüzyılda öne çıkan teknolojik/ekonomik casusluktan elde edilen bilginin devlet veya özel hangi şirketlere ne oranda paylaştırılacağı sorunudur, bunun haksız rekabete ilişkin hukuki boyutu da hassas konudur, Batı dünyası için de baş ağrıtıcı bir konudur.
Merkezi, AR-GE bölümü, üretim tesisleri, hissedarları tamamen farklı ülkelerde bulunan şirketlerin “transnasyonal” olarak nitelenmesi karşısında ulusal iktisat stratejisi geliştirilmesi gerçekten zor bir konudur.
Yerelleşme
Bildiğimiz gibi metropollerde yaşam çok pahalı. Şehirdeki yüksek vergi ve ücretler nedeniyle iş adamları kentten kırsala ve banliyölere kaçıyorlar. Bu trendi gören birçok ABD ve Avrupa kasaba belediyesi büyük şirketlere, hatta askeri tesislere inanılmaz avantajlar sunarak onları kendi hudutlarında tutma veya komşu kasabalardan ayartma yarışına giriyorlar.
Isviçre kantonları bile bu yarışa girmiş olup, özel vergi indirimleri ile Fransa gibi yüksek vergi alan devletleri kızdırmaya başlıyorlar. Bu yarışta Çek Hükûmeti de şirketlerden %15 düz gelir vergisi kararı almış bulunmakta.
Ancak... Kasabaya büyük sermaye bir kez girdikte modern feodal sistem hükmünü icraya başlıyor.
Özellikle ağır sanayinin veya büyük korporasyon merkezlerinin girdiği kasabalarda geleneksel işler ölüyor ve o kasabalar tek bir endüstriye mahkum oluyorlar. Monopolist bir işletmenin böyle bir kasabayı terketmesini gözümüzde bir canlandıralım...
Diğer iş alanlarının öldüğü kasabadaki monopolist işletme o kasabadaki siyasetçilere ve sendikalara her koşulunu dikte edebilir, siyasetçiler ve sendikacılar bu tekel karşısında kendilerini çok güçsüz hissedebilirler. Bu nokta, tarihi feodalizmin yeni versiyonudur, buna Neo-Feodalizm diyebiliriz.
Bu durumda yerel siyasetçi ve sendikacılar bir yandan neo-feodaller kasabalarını terketmesin, rakip komşu kasabaya kaçmasın diye onları hoş tutmaya çalışırken, bir diğer yandan da egemenlik ve gururlarını korumaya çabalayacaklar, hassas bir ipte cambazlık yapacaklardır.
Bu oyuna da “LOKALİZM-YERELLEŞME” oyunu diyebiliriz.
Bu küresel oyunda sosyalist Avrupa’ya gelince...
Türk Komünist Sultan Galiyev’i hatırlayarak Avrupa sosyal güvenlik sistemini mümkün kılan iki faktöre değinmekte yarar var.
Avrupa devletleri Emperyalizm çağında sosyal patlamaları önlemek için artık geliri proleterlere yansıtabilmekte idi. 21.Yüzyıl küresel rekabet ortamında kitlelere yansıtılacak artık sömürü geliri olmayınca Avrupa sosyal güvenlik sistemleri altüst olmaktadır.
İkinci olarak da, Batılı işçi 20. Yüzyıl “know how” tekelini kaybetmekte, sendikalar transnasyonal sermaye karşısında güçlerini yitirmektedirler.
Batılı genç nesiller bu iki gerçeği görmek istememekte, hükûmetler ise olmayan sosyal fonları nereden bulacaklarını kara kara düşünmektedirler.
Rekabet
Bugün küresel ekonomide karlı yatırım alanı arayan kaygan, fazlaca kapital bulunmakta, ama bu kadar büyük kapitali değerlendirecek yetenekte girişimci az bulunmaktadır. O nedenle transnasyonal şirketlerin yöneticileri milyar dolarlara varan maaşlar almaktadırlar. Küresel rekabette herkes aynı malı üretebilmekte, sonra hepsi benzer malı birbirine satma çabasına girmektedir.
Bu ortamda örneğin tekstil Batı dünyasından Doğu’ya kaymakta, beyaz eşya, elektronik ve otomotiv yatırımı Türkiye’ye akmaktadır, ama Doğu’ya kayma ihtimali mevcuttur. Bu “Batı’dan Doğu’ya” trendi içinde hangi sektörleri enaz 20 yıl Türkiye’de tutabileceğimizin, sonrasında hangi alanlara kayabileceğimizin de stratejik, dinamik bir değerlendirmesinin yapılması gerekir.
21.Yüzyılda küçük bir Türk döner girişimcisini Asya’nın derinliklerinde Kırgızistan’da tezgah açmış görüyoruz. Kaybedecek fazla birşeyi olmayan bu küçük girişimci, yerel otoritelerden baskı gördüğünde tezgahını omzuna vuruyor, bu kez kendisini Afrika’nın derinliklerinde görebiliyoruz. Gerçek küreselleşme işte budur.
Bu girişimci dünyanın her noktasına gidebilir, ama bir duvar hariç. “Castle Europe - Avrupa Surları”. İş devletlerin yabancı girişimciye vize duvarında kalsa bir derece. Ondan da vahimi, cömert sosyal yardımların rehavetindeki Avrupalı bireyin Türk dönerci gibi Kırgızistan veya Afrika’ya gitmeyi aklına bile getirmemesi...
Bir diğer yandan da dünyaya yeni açılan ekonomilerin dünyanın her ülkesinden önyargısız mal almalarına karşın, özellikle Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerinde halkın yerli otomobil ve malları aldıkları, yani grassroots ekonomik milliyetçilik yaptıkları görülmektedir.
Küresel rekabetin artması oranında şimdilik fazla hissettirmeden yapılan bu ekonomik milliyetçilik radikal hal alıp tüm uluslara yangın gibi yayılabilir, geleneksel olarak devletlerin kullandıkları iktisadi ambargoları hasım halklar birbirlerine karşı uygulamaya başlayabilirler. Şu anda Batı halklarının iktisaden daha milliyetçi, bilinçli, Doğu halklarının ise umursamaz oldukları görülmektedir.
Aslında küresel ekonomi ulusal sınırları yoketmekle kalmamakta, ulusal ekonomi içinde de fay hatları yaratmaktadır. 21.Yüzyıl küresel ekonomisinde farklılıklar artık ülkeler arasında değil, havzalar arasında olacaktır. Bir süre sonra ABD ve AB’de ulusal gelirin 5000 Dolar olduğu havzalar görülebileceği gibi, Asya’da da ulusal geliri 30.000 Doları aşan havzalar görülebilecektir.
Girişimcilik Ruhu
Tarihi önyargılarla ve isabetli olarak “asker” olarak tanımlanan Türk milletinin “girişim” kabiliyeti de 21. Yüzyılda fazlasıyla öne çıkmıştır. Alman, Türk, Japon, Koreli gibi “asker” denilen ulusların işçilerinin modern yöneticilik ilmiyle çalıştırıldıklarındaki başarılarının ispatlanmış olmasının yanısıra bu uluslar artık ticarette de ciddi ilerleme kaydetmişlerdir. Türklerde de açığa çıkan bu kabiliyetin kösteklenmemesi, geliştirilmesi en önemli siyasi amaçlarımızdan biri olmalıdır.
Bilindiği gibi Osmanlı devlet zihniyeti, belki de kendince haklı bir düşünce ile kapital birikimin Devlete rakip olabileceği değerlendirmesiyle özellikle Anadolu Türklerinin sermaye birikimine sıcak bakmıyordu.
21. Yüzyılda Anadolu sermayesinin fışkırması Cumhuriyet tarihimizin en önemli başarılarından biridir, Atatürk’ün en büyük hayalinin gerçekleşmesidir.
Batı dünyasında rehavete giren, eski Sovyet blokunda emekleme çağında olan ve bizde artık epey yol almış bu “girişimci ruh” teşvik edilmelidir.
Ancak Türkiye her ne kadar teknoloji kullanarak ciddi üretim yapmakta ise de, küresel ticarette yeterince tecrübe sahibi olmadığı için hala ciddi ve gereksiz zararlara uğramaktadır. Türkler birbirleriyle rekabeti yabancılarla rekabet etmekten daha iyi becermekte, ve bu da küresel arenadaki güçlerini zayıflatmaktadır.
Türk ekonomisinin bir başka handikapı da Türk halkının hala yeterince dünya görmemiş olmasıdır. Halkın dünyaya açılımı bir lüks değil, aksine, bir ufuk, vizyon eğitimi olarak görülmeli, bunu engelleyici pasaport bürokrasisi ve harçları asgariye indirilmelidir.
İpek Yolu
Okyanusların aşılması ile tarihi İpek Yolu çökmüştü. Bu yol, aradan yarım milenyum geçmesine rağmen hala kapalıdır.
İstanbul’dan Avrupa ve ABD yoluyla Pekin’e bağlı olan dünya ekonomisinin Pekin-İstanbul ayağı kopuktur.
Çin ile Türkiye arasındaki toplumlar küresel ekonomiye henüz entegre değildir. Bu halkada en önemli unsur Türk - İran ekonomik uzlaşmasıdır. Özellikle İran ekonomisinin geri kalmasındaki en etkin amil olan bu halka tamir edilmedikçe İpek Yolu’nun canlanmasını beklemek hayal olur.
Ipek Yolu’nun canlanması için Türkiye’nin İran ve Rusya ile çok ciddi stratejik işbirliğine girmesi şarttır.
Kapitalist dünya sistemi açısından son derece önemli olan bu kopuk halkanın birleşmesinde Batılı ülkelerin hayati çıkarı vardır, bu konuda ikna edilmeleri gerekir.
Roma-Pers Ekonomik Havzası
Anadolu ekonomisinin tarihî, tabii havzası Roma/Osmanlı ve Pers/ Selçuklu arazileridir.
Türk ekonomisi, bu havza henüz tam olarak demokrasi ve kalkınmaya geçmemesine rağmen 400 Milyar Dolar hacmini yakalamıştır.
Sözkonusu coğrafya kalkınmaya başladığı anda Anadolu ekonomisi gerçek patlamasını yapacak, uyuyan dev potansiyeli ortaya çıkacak ve şüphesiz dünyanın ilk 5 ekonomisi arasına girecektir.
Politika
Dış Politikada, görünürde ekonomi yönü ağır basan Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz başta gelmektedir. Anadolu’nun yukarıda maruz tarihi/tabii ekonomik havzası geliştiği ve Türk ekonomisi mevcut enerjisi ile dünyaya açıldığı, pazarını çeşitlendirdiği oranda AB’nin Türk dış ticaretindeki ağırlığı göreceli olarak azalacaktır.
Mal dolaşımının serbest, işadamlarımızın ve işçilerimizin sınırlar içinde hapis (ağır vize duvarı) tutulduğu bir ticari ortaklığının geleceği olamaz.
AB’nin Türkiye için müstakbel yararı büyük ölçüde siyasidir.
Gerek Batı dünyası ve gerek Türkiye için ortak stratejik amaç, yeniden “power” olma yolundaki Osmanlı’nın Almanya ve Japonya gibi birlik içinde tutulup ayrı bir kutup başı olmasının önlenmesidir.
Yeni bir düşmanlık, kutuplaşma ve karşıt kimlik ortamından ziyade barış içinde aynı aile içinde yeralmak Türkiye için tercih edilen bir siyaset olacaktır. Akil birçok Batılı ve İsrailli düşünür de aynı fikirdedir.
Hatırlanırsa, Avrupa karanlık çağı iki Roma’nın, yani İstanbul ile Roma’nın ayrılması ile başlamıştı. Bu iki başkentin birleşmesi yaşlanan, güçten düşmekte olan Avrupa’yı yine yüceltebilir.
AB’nin yanısıra Orta Asya, Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar Türkiye’nin tarihi, tabii ekonomik havzası olarak görülmeli ve bu havza için de özel bir strateji geliştirilmelidir.
Buna paralel olarak sosyal devlet yardımlarının rehavetindeki Batılıların artık rahatlarını terkedip girmedikleri, uyanan Afrika pazarlarına Çin’in ilgisinin hikmeti sorgulanmalı ve gecikilmeden bu alana da ilgi geliştirilmelidir.
Avrupa Birliği stratejimize küresel perspektiften yaklaştığımızda dogmatik olmamak gerektiği, hiç umulmadık bir anda bu birliğin dağılabileceği ihtimalini de hesaplarımızda değerlendirmek ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
Küresel rekabet karşısında başta vize duvarı olmak üzere hızla korumacılığa kayan “Castle Europe - Avrupa Surları” kendisini dünya toplumundan tecrit etmektedir. Avrupa’nın yarattığı, fizik olmanın da ötesindeki psikolojik bariyer, bırakalım Doğulu işadamlarını, Batılı işadamlarını bile Avrupa’ya gitmekten caydırmakta. Hızla cazibesini kaybeden Avrupa’nın durumu Osmanlı’nın içe kapanma ve çöküş devrini hatıra getirmektedir.
Bilindiği üzere Avrupa medeniyeti “exclusive” yani dışlayıcıdır. Ikinci Dünya Savaşı sonrası kalkınma döneminde eksik işgücünü takviye için yabancılara kapısını açmış ve “refah” ortamında “kendinden olmayan” ile birlikte yaşam deneyine girmiştir.
Yaşlı Dünya tarihinde yalnızca 50 yıllık minik bir dönem olan bu “refahta hoşgörü” deneyi iflas edebilir, küresel rekabetin sertleşmesine paralel olarak dini ve ırkçı sertleşmeler yeniden hortlayabilir. Avrupa’daki Türklerin ve müslümanların karşılaştıkları sıkıntılar giderek alarm verici mahiyet almaktadır.
Demografi
Gerçekte Avrupa’daki Türk nüfusunun geleceği bazı nifak saçan sözde bilim adamlarının korkutmalarının aksine, artma değil, azalma trendini göstermektedir. Türkiye doğurganlık oranı, kentleşme ve sanayileşmesine paralel olarak kadın başına asgari limit olan 2 çocuk sınırına gelmiştir. Bu nedenle bir süre sonra Avrupa’daki genç nüfusumuzun ithali için Türkiye ile Avrupa devletleri arasında rekabet başlaması da ihtimal dahilindedir.
Eğitim
Küresel yatırım için siyasi istikrar, hukuk ve bankacılık altyapısı ne kadar hayati ise, “ucuz kalifiye teknisyen havuzu” da o kadar önemlidir.
Küresel sermayenin hızlı giriş yaptığı ülkelerde kısa sürede akut teknisyen açığı doğmakta, arz talep yasasınca teknisyen ücreleri hızla gelişmiş ülkeler düzeyine fırlamakta, bu açık eğitimle karşılanamadığında komşu ülkelerden kaçak, ucuz işgücü girişi başlamakta, bu yol da tıkandığında yeni yatırım durmaktadır.
Türk eğitim müfredatına bu açıdan yaklaşıldığında, 19. ve 20. Yüzyılların “Devlet memuru yetiştirmek” ve “Ümmetten Ulus yaratmak” felsefesi üzerine kurulu eğitim politikalarımızda küresel ekonomik rekabete uygun düzenlemelerde gecikildiği görülmektedir.
Şu anda Türk sanayiinin en önemli hastalığı “teknisyen” yetersizliğidir, yani kalifiye işgücü eksikliğidir. Türk eğitim sisteminde teknik eğitim yalnızca %3 oranındadır. Bir yanda sanayiciler teknisyen bulamaz, diğer yandan gençler iş bulamazken, bunları kolayca biraraya getirecek teknik eğitim sistemini kuramamak 21. yüzyılın en büyük ayıbıdır.
Bu cümleden olmak üzere bir örnek; küresel hemşire açığını gören Filipinler Suudi Arabistan’dan ABD’ye, oradan Ingiltere ve Avustralya’ya kadar her ülkeye hemşire ihraç etmektedir. Ülkemizde bu kadar işsiz varken bu alandaki küresel açlığı görüp hemen yatırım yapmamak büyük bir vizyon eksikliğidir.
İşçi ithali
Türk sanayiinin teknisyen yetersizliği, yukarıda belirtildiği gibi, ekonomik havzamızdan illegal teknisyen istihdamını zorlamaktadır. Bazı tahminlere göre ülkemizde şu anda çevre ülkelerden bir milyonun üzerinde kaçak işçi bulunmaktadır. Bunun bir ileri aşaması, Avrupa’da yetişmiş teknik gücümüzün kitleler halinde yurda dönüşleridir.
Wall Street Journal bir süre önce, on yıl öncesine kadar Avrupa’da işçi olarak çalışan Ispanyolların şu anda 4.5 milyon yabancı işçiye evsahipliği yaptığını yazmakta idi. Keza 1960larda Türklerle beraber Avrupa’ya giden Italyan ve Yunan işçiler de ekonomilerinin kalkınmasıyla kitleler halinde vatanlarına dönmüşlerdir.
Bir yandan küresel rekabette zorlanan, işsizliğin artacağı bir Avrupa’da yaygınlaşacak yabancı düşmanlığının itici gücü, diğer yandan yükselen Anadolu ekonomisinin “mıknatıs” gücü, Avrupa Türklerinin kaba bir tahminle üçte ikisinin kitleler halinde yurda dönüşünü getirebilir, Türkiye buna hazırlıksız yakalanmamalı, bu dönüşün planlı olmasına çaba göstermelidir.
Anadolu ekonomisi şu anda II. Dünya Harbi sonrası 1950ler, 1960lar Avrupa’sının kalkınma hamlesi görüntüsünü vermektedir. Türk sanayiinin nitelikli teknisyen açığını kapatma açısından Türkiye şanslıdır, akıllı bir stratejiyle bu açık Avrupa’daki yedek nitelikli işgücü havuzumuzla kolayca kapatılabilir.
Avrupa’daki işgücümüz yeterli olmadığı takdirde, şu sıralarda 12 milyon illegal göçmenin ABD ekonomisine yararlarını tartışan ABD örneği de düşünülebilir. Bilindiği gibi azalan nüfusu nedeniyle Avrupa Birliği de uyanmış olup, Türk işçileri geri göndermek bir yana, küresel işgücü havuzundan 20 milyon yeni göçmen getirme stratejisi geliştirmektedir.
Göçmen risk alan demektir ve kendi emeğinden ve başarıdan başka hiçbir dayanağı yoktur, başarmaya mecbur ve mahkumdur. Bu da ABD ekonomisine ivme vermektedir.
Istanbul, New York’tan çok daha üstün tarihi bir “melting pot - ahenkleştirme kazanı”dır, “inclusive - içleyici”dir. Türkiye bu en kıymetli stratejik tarihi değerini en iyi şekilde değerlendirmelidir.
Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve orta Asya’dan tüm riskleri alarak Türkiye’ye gelen ve burada geçinmeyi beceren insanlar dışlanmamalıdır. Nasıl ABD’ye gidenlerin ikinci nesli kendisini Amerikalı hissediyorsa, Türkiye’ye gelen ikinci değil, birinci neslin kendisini Türk olarak hissedebilmesi sağlanmalıdır. Osmanlı-Türk medeniyetinin tabii süreci olur bu politika.
Mukayeseli Avantajlar
Kapalı toplum olmaktan çıkıp dünyaya açılan Türkiye için David Ricardo’nun mukayeseli avantajlar kavramına uygun olarak küresel rekabette hangi köşeleri kapmaya öncelik vermelidir sorusuna yanıt aranmalıdır.
21. Yüzyılda öne çıkması beklenilen gıda, genetik mühendisliği, enerji, su arıtımı, geriatrik tıp, yaşlılar için hemşirelik, turizm vb. alanlarda küresel rekabet ortamında bizden iyi şansı olanlar ile bizden az şansı olanlar skalası düzenlenmeli ve yapılacak gerçekçi bir değerlendirme ile gözümüze kestirdiğimiz alanlarda çok ciddi tedbirler alınmalı, teşvikler verilmelidir.
Örneğin Avrupa’da sağlık hizmetleri ve yaşam pahalıdır. Türkiye stratejik bir vizyon ile Avrupalı emekliler için özel deniz kentleri kurabilir, bu sitelerde gerekli sağlık altyapısını da temin edebilir. Sağlık turizmi Türkiye için ciddi bir potansiyel oluşturabilir.
Keza, özellikle emekli Avrupalılara satılacak gayrımenkuller hem Türkiye’ye ciddi ve sürekli döviz akışı sağlamak ve hem de Türkiye AB bütünleşmesine grassroots katkı sağlamak açısından yarar sağlayabilir.
Ezcümle, belki hedefi sulandırmamak için stratejik önceliklerin baştan 10 alanla sınırlandırılmasında yarar görülebilir. Bununla birlikte avantajlar saptanırken rakip uluslardan da önce robotlar dikkate alınmalı, robotların işçilerimize hangi alanlarda rakip olacakları, uzun vadede ne kadar işsiz yaratacağının hesabı ciddi şekilde yapılmalıdır.
Bu meyanda Alman ve Italyan ekonomilerinin ağırlıklı olarak KOBI ve ev ekonomilerine dayandığı hatırlanırsa bu alanların özellikle teşviki gerekir. Bu kapsamda belediye zabıtasının kovaladığı “sokak esnafı” için, tomurcuk halindeki bu büyük ulusal girişimci potansiyelininn rahatça kanalize edileceği ortamlar yaratılmalıdır.
Hukuk
Türk Hukuk sistemi iflasa yakındır. Yargıtay, elindeki dosyaların çoğuna bakamamakta ve dosyalar zamanaşımı nedeniyle takipsiz kalmaktadır. Hukukta büyük bir devrim gerekmektedir. Bu devrime eğitimden başlanılmalıdır. Hukuk teknoloji gibi ithal edilemediği ve zaman içinde evrilerek ulusça yaratılmak zorunda olduğu için teknolojik gelişmemize ayak uydurmakta zorlanmaktadır.
Buna karşın küresel sermaye hukuk altyapısı gelişmemiş ülkelere gitmemekte, bu ülkelere gidecek ise de ulusal hukuku reddetmekte, uluslararası tahkimi şart koşmaktadır.
Bu zorlanmanın altındaki en önemli unsur zihniyet unsurudur. Taşra çocuğu Ankara veya Istanbul’da 4-5 yıl eğitilip yine taşraya yargıç olarak gönderildiğinde “ufuk” sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu soruna çözüm olmak üzere tüm yargıç ve savcı adaylarının master ve üzerine bir yıl da yabancı mahkemelerde staj için yurtdışına gönderilmeleri düşünülmelidir.
Standardizasyon ve Marka
21. Yüzyılda Marka küresel güvence unsurudur. Bir Nike pabuç alan genç bunu beğenmediğinde iade edebileceğini, sevdiğinde de enaz 3-4 yıl giyebileceğini tecrübe ile bilmektedir.
Bu güven unsuru küresel markaları artık bir nevi “Standart” enstitülerine dönüştürmektedir. Sözkonusu şirketler artık sadece tasarım ve kalite normlarını oluşturmakta, sonra da bu koşullarda dünyanın neresinden hangi firmalar en ucuz üretimi yaparlarsa isim damgasını o şirketlerin ürünlerine basmaktadırlar.
Türk markası yaratmak bu anlamda önemlidir, ama öncelik yurtiçi üretime verilmelidir, outsource teşvik edilmemelidir.
Enerji ve Su sorunu
Küresel ısınmanın ülkemiz için ilk önemi su alanındadır. Su, tabiatın insafına bırakılamaz. Tek stratejik çare gerekli sayıda atom santrallarıyla deniz suyu arıtımı ve bunun ulusal pipeline şebekesiyle tüm yurda dağılımı için çok geç olmadan yatırıma başlanmasıdır.
Barış içinde olduğumuz komşularımızla yakın bir gelecekte karşı karşıya getirilebileceğimiz “su savaşları” da bu şekilde bertaraf edilebilir.
Enerji konusunda da en ciddi, net çözüm nükleer teknolojidir, İsviçre bu alandaki yatırımlarına yeniden ivme vermiştir, ABD ve diğer Avrupa ülkeleri de çevre yönünden temiz bu enerji alanına tekrar dönüş hazırlığındadır.
Altın Üretimi
Küresel istikrarsızlık giderek artmaktadır. Bir kriz anında en güvenli kaynak altındır ve bu maden ülkemizde fazlasıyla mevcuttur. Kaynaklarımızın hemen ve etkin şekilde kullanıma sokulması, bir küresel kriz anında suspansiyon rolü oynayabilir.
Tarım
Tarım tarih boyunca stratejik bir alan olarak görülmüştür. Köyün desteklenmesinin ve göçün önlenmesinin yalnız iktisadi değil, aynı zamanda demografik önemi ve kültürel geçiş dönemlerinin şokunun hafifletilmesi, milenyal geleneklerin bir anda hafızalardan silinmemesi açısından da ulusların hayatında önemli bir rolü bulunmaktadır.
Günümüzde tarım ve hayvancılık da ileri teknoloji kullanılan bir sanayi dalına, çiftçiler tarım sanayi işçisine ve bu sektör holdingler için sanayi işletmelerine dönüşmektedir.
Uygulamada kullanılan teknolojinin çok komplike olmaması nedeniyle köylü nüfusa kitlesel, yoğun teknik eğitim verilebilir, bu alanda özel sektör de teşviklerle özendirilebilir.
Hatırlanmalıdır ki, dünyanın en sanayileşmiş ülkeleri aynı zamanda dünyanın en büyük tarım ülkeleridir.
Sonuç
Yirmibirinci Yüzyıl
1. Eğitimli,
2. Birbirini seven, hoşgörülü, dayanışma içindeki ulusların yüzyılı olacaktır.
Belki de Türk’ün Yüzyılı olacaktır?
*Daire Başkanı, Stratejik Araştırma Merkezi, Dışişleri Bakanlığı