Atilla Bastırmacı (*)
Dünya ekonomisini izleyen uzmanlar, teorik düzeyde dünya ekonomisinin düzeninin genellikle üç unsura dayalı olduğunu ileri sürer;
- Dünya ekonomisinin lideri,
- Yerel ihtiyaçlar ile uluslararası eğilimlerin ve kuralların çatışmasından doğacak sorunların çözümlenmesi,
- Ekonomik faaliyetlerin dünya ülkeleri arasında yeniden dağılmasından kaynaklanan geçiş sürecinin yönetimi,
Bu unsurlar birbirleriyle yakından ilişkili olmakla birlikte, dünya ekonomisindeki gelişmelere dayalı olarak dönem dönem bu unsurların biri veya bir kaçından oluşan bir sentez ön plana çıkmakta ve tartışmaların ana konusu haline gelmektedir.
Örneğin, Avrupa Birliği’nin tek pazara geçtiği 1990’lı yılların başında, AB’nin dünya ekonomisinin lideri olarak ABD’nin konumunu zayıflatacağı tartışmaları yoğunluk kazanmıştır.
Uluslararası ticaretin temel taşı olan karşılaştırmalı üstünlükler, oyun teorilerinde ele alınan ve genel olarak kazan-kazan olarak adlandırılan ve tüm tarafların fayda sağlayacağını öngören bir teoridir. Ancak, bu husus ticaret sonucunda ortaya çıkan faydanın taraflar arasında göreceli olduğu gerçeğini değiştirmez.
Ayrıca, karşılaştırmalı üstünlükler teorisi statiktir. Başka bir deyişle, üretim yapılarının zaman içinde değişimini açıklamaz. Ticaret ise dinamiktir. Doğru politikalar izleyen ülkelerin, zaman için rekabet gücü (competitive advantages) elde ederek, karşılaştırmalı üstünlükleri ve dolayısıyla dünya iş bölümünü değiştirmesi mümkündür.
Dolayısıyla, hedef sadece ticaret yapmak değildir. Yine oyun teorisinin diliyle, artık, en basit şekliyle “pastanın nasıl bölüneceğine” ilişkin oyunlar uluslararası ilişkilerde önemli bir paya sahip olur hale gelmiştir. Bir başka deyişle, “oyunun kuralları”, “kimin ne kadar kazanacağı” konusundaki beklentiler oyunun sonuçlarını da etkileyebilmektedir.
Dolayısıyla, küreselleşme ile ilgili değerlendirmelerde, dünya ekonomisinin ve uzun vadede dünyanın refahının artacağı doğru bile olsa, bu zenginliğin zaman içinde nasıl dağıtılacağı en az küreselleşme kadar önemli hale gelmiştir.
Günümüzde ise, dünya yeni bir geçiş sürecini yaşamaktadır. Yeni bir iş bölümü doğmaktadır.
Bazı özel bankaların tahminleri, ekonomik trendlerin bugünkü haliyle devam etmesi halinde, Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya (BRICs) gibi ülkelerin ekonomik büyüklük olarak 2050 yılında G6 ülkelerini yakalayacağını göstermektedir.
Dünyadaki iş bölümünün ve dolayısıyla ekonomik faaliyetlerin ülkeler arasında yeniden oluşma sürecinin son yıllarda çok hızlandığı ve yeni alanlara kaydığı iyi bilinmektedir.Küreselleşme sürecinde üretim kaynaklarının yeni merkezlere doğru kayması yeni bir gelişme değildir. Uzun süredir devam eden bir süreçtir.
Ancak, bir süredir imalat sanayinde yaşanan bu değişim, 2000’li yılların başında yeni bir gelişme olarak son yıllarda özellikle ABD ekonomisinde hizmet sektörüne doğru genişlemiştir. Bu kaymanın sonuçları ülkeler bazında, yerel olarak daha fazla hissedilmektedir. Bugün Hindistan, ABD’deki muhabesebe gibi bazı hizmetlerin verildiği ana üslerden birisi haline gelmiştir.
Halen dünya ekonomisinde, gelişmiş ülkelerin önemli bir kısmı ve Çin başta olmak üzere, gelişme yolundaki ülkelerin büyüme politikaları büyük ölçüde dış talebe dayalıdır. Hızlı büyümeye rağmen Çin’de özel tüketim harcamaları GSYİH’nın %45’ine kadar düşmüştür.
Dünya ekonomisinin geleceği açısından, 2000’li yıllarda ekonomik faaliyetlerin dünya ülkeleri arasında yeniden dağılması sürecinde, bu değişimin yönetilmesi ve yerel ihtiyaçlar ile örtüştürülmesi çabalarının ön plana çıktığı görülmektedir.
Değişimi küreselleşme olarak tanımlarsak, bu sürecin yerel ihtiyaçlar ile karşılaşmasından doğan çatışma korumacılık ve merkantilizm olarak tezahür etmiştir.
Gelişmiş ülkeler açısından incelendiğinde, dünya ticaretinde sağlanan serbestleşme ve liberalleşme sürecinde yerel ihtiyaçların sürece dahil edilmesi büyük ölçüde “serbest ticaret” kavramının “adil ve serbest ticaret” haline dönüştürülmesiyle çözümlenmiştir. Ancak, dünya üretiminin yer değişmesi yönünde yeni başlayan süreç henüz sonuçlanmamıştır. Başka bir deyişle, oyunun kuralları Doha Turu gibi platformlarda yeniden oluşmaktadır ve sonuç henüz belirsizdir.
Gelişmiş ülke ekonomilerinin büyük ölçüde hizmetlere dayalı ekonomilerinde değişim sürecinin yarattığı tepkiler iyi bilinmektedir.
Kuşkusuz, bu süreçte değişmin yerel unsurlar üzerindeki etkileri ve bu sürecin mümkün olan en az hasarla ve en yüksek fayda ile atlatılması tüm ülkelerin hedefidir.
Günümüzde, hükümetlerin yerel ihtiyaçlara daha fazla kulak kabarttıkları ve uluslararası ekonominin getirdiği değişiklikleri de bu şekilde yönlendirdikleri gözlenmektedir. Sonuç itibariyle, yerel tepkileri dikkate alan hükümetler, serbestleşme ve sembolik olarak küreselleşme konusunda daha dikkatli ve yavaş hareket etmektedir.
2000’li yıllardan itibaren dünya iş bölümünde meydana çıkan değişimin muhtemel sonuçlarına karşı ortaya çıkan tepkilerin en somutu, DTÖ Doha Turu Müzakerelerinin henüz sonuçlandırılamamış olmasıdır.
Bir yandan, ABD’nin tarım sektöründeki sübvansiyonlarda kapsamlı indirime razı olmaması, Avrupa Birliği’nin Fransa’nın da etkisiyle tarım sektöründe serbestleşmeye ciddi direnç göstermesi, diğer yandan Brezilya, Hindistan gibi ülkelerin sanayi ürünlerinde gümrük vergisi indirimlerine karşı çıkması sonucunda ortaya çıkan sıkıntılar henüz aşılamamıştır.
Dünya iş bölümünün hızla değiştiği bir dönemde tüm ülkeler daha fazla liberalizasyon konusunda isteksiz olmasa bile, diğer ülkelerin atacağı adımları görmek istemektedir.
Diğer taraftan, globalleşmenin farklı tepkilere neden olduğu da bilinmektedir. Bu tepkiler ilk olarak G7, DTÖ Bakanlar Konferansı gibi toplantılarda küreselleşme karşıtı yaşanan çeşitli gösteriler olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak, 2000’li yıllarda farklı sayılabilecek bazı tepkilerin ortaya çıktığı, yeni bir boyut kazandığı görülmektedir. 2006 yılı içinde karşılaşılan;
- Arcelor (Lüksemburg) firmasının Mittal (İngiltere/Hindistan) tarafından satın alınması girişiminde yaşanan sorunlar,
- Italyan hükümetinin, bir İtalyan firması olan Banca Antonveneta’nın Hollanda firması ABN AMRO tarafından alınmasını önlemeye yönelik başarısız girişimi;
- Fransız hükümetinin, Pepsi tarafından satın alınmasını önlemek için Danone’yi “stratejik sanayi” olarak tanımlaması;
- Fransız Suez şirketinin İtalyan Enel tarafından planlanan satın alımını engellemek üzere Fransız Gaz de France’nın girişimleri,
- Amerikan Unocal firmasının Çin merkezli CNOOC tarafından satın alınmasına Kongre’nin karşı çıkması ve hemen ardından Amerikalı Chevron tarafından devralınması,
- Rusya’nın enerji şirketlerini devletleştirmeye çalışması,
- Amerika’da bazı limanların Dubai merkezli bir firma tarafından satın alınmasında yaşanan tartışmalar
- Türkiye’de ERDEMİR’in yabancılara satılmasına karşı çıkılması,
gibi gelişmeleri, özel sektör düzeyinde bazı tepkilerin ortaya çıkışı olarak yorumlamak mümkündür. Sivil toplum örgütlerinin düzenlediği gösteriler ile başlayan tepkilerin hükümetler düzeyinde yankı bulduğu ve hatta, somut politika değişiklikleri olarak vitrine çıktığı da iddia edilebilir. Bu tepkiler bazı durumlarda merkantilizm noktasına varmıştır.
ABD kamuoyu Çin’in petrol şirketi alımına karşı çıkarken, Fransız Alcatel firmasının dünyanın en önemli bilgisayar ağı teçhizatı üreticisi Amerikan Lucent Technologies’i satın almasına aynı tepkiyi vermemektedir. Dolayısıyla, tepkilerin ve doğal olarak oluşan politikaların sadece korumacılık dürtüsünden doğmadığı, aynı zamanda daha farklı nedenleri olabileceği göz ardı edilmemelidir.
Ancak, bu sürecin korumacılıktan ziyade, dünya ekonomisinin mevcut yapısının yarattığı dengesizliklerin doğurduğu sıkıntıların aşılması ve faydanın paylaşılması konusundaki rekabetten doğduğu görülmektedir. Ancak, tepkilerin ortak noktaları ise istihdamdır.
ABD açısından incelendiğinde, korumacılık ile ilgili tepkilerin büyük ölçüde Çin ve Uzak Doğu ile bağlantılı olduğu görülmektedir.
ABD’de görülen ve Çin’den yapılan ithalata %27’e varan ilave gümrük vergisi uygulanması önerisinin gündeme gelmesine neden olan korumacılık eğiliminde, ABD’nin 2005 yılı sonunda 200 milyar dolara varan ticaret açığı en önemli etkendir.
Çin’in kambiyo politikaları nedeniyle, diğer Uzak Doğu ülkeleri de para birimlerinin değer kazanmasına izin vermemekte, dolayısıyla, ABD’de ticaret açığındaki sıkıntılar büyük ölçüde artmaktadır.
Çin’in ticaret politikaları ve kambiyo politikalarına bağlanan bu tepki esasen yeni değildir. Benzeri bir sorunu 1980’li yıllarda Japonya ile yaşayan ABD sözkonusu dönemde de Japonya’ya karşı korumacılık önlemleri alınması uzun süre tartışılmıştır. 1980’lerde Japonya’yı suçlayan ABD, bu defa Çin’i merkantilist davranmakla suçlamaktadır (Çin’in bu eleştiriyi uzun süre iyi mi kötü mi diye tartışmış olması ayrıca ilgi çekicidir.)
Ancak, Çin ile ABD arasındaki ilişkinin sadece ticarete indirgenmemesi de gereklidir. Çin elde ettiği ticaret fazlası ile aynı zamanda ABD’deki cari açığı finanse etmektedir. Ancak, Çin’de üretim yapan firmaların büyük bir kısmı ABD firmalarıdır. Oldukça girift bir ilişki olduğu kabul edilmelidir. Bu ilişki dünya ekonomisinin geleceğini yakından ilgilendiren çok boyutlu bir yapı kazanmıştır.
Ayrıca, Çin’in ABD pazarına sorunsuz olarak ihracat yapmaya devam etmek yönünde önemli bir çıkarı olduğu da kabul edilmelidir. Dolayısıyla, Japonya ile yaşanan tecrübelerin de gösterdiği gibi, Çin’in de ABD tarafındaki tepkileri azaltacak önlemleri zaman içinde alması beklenmektedir.
Çin, bugüne kadar izlediği ihracata dayalı büyüme modeli yerine, tüketime dayalı bir ekonomik büyüme modeline geçeceğini açıklamıştır. Bu geçiş orta ve uzun vadede dünyanın en büyük pazarlarından birisini yaratacaktır.
Diğer taraftan, ABD’nin en fazla tepkisini toplayan kambiyo politikaları konusunda da, Çin uzun vadede konvertibiliteye geçileceğini açıklamıştır. Kuşkusuz, bu sürecin zamanlamasının nasıl olacağı henüz bilinmemektedir.
Ancak, Çin makamları, firmalara daha fazla döviz kullanılması hakkının tanınması, gerçek kişilere döviz satışı gibi konularda da adımlar atacaklarını açıklamıştır. Dolayısıyla, Japonya gibi, Çin’in zaman içinde ekonomik alanda ABD’nin tepkisini çeken uygulamaları gözden geçirmesi ve değiştirmesi beklenmektedir.
Avrupa açısından incelendiğinde ise, ABD’den çok daha ciddi yapısal sorunlar olduğu görülmektedir. Avrupa’daki düşük oranlı büyümenin büyük ölçüde ekonomik yapıdan kaynaklandığı ve sorunun Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşının ardından kurulan sosyal refah devleti anlayışına kadar uzandığı ve çözümün ancak bu yapının değişmesi ile sağlanabileceği iyi bilinmektedir. Bu kapsamda, Almanya’nın Schröder’in başbakanlığı döneminde reformlar yönünde attığı adımlar bir ilki oluşturmuştur.
Diğer taraftan, tüm güçlerine rağmen, Avrupa ekonomisinin önümüzdeki dönemdeki performansı hakkında tereddütler vardır. Avrupa’daki yapısal sorunlara ilişkin çözümün önemli bir kısmının istihdam piyasasını ilgilendirdiği bilinmektedir.
Dolayısıyla, yapısal değişimin faturası doğrudan Avrupa halkları tarafından ödenecektir. Fransa’daki gösteriler bu sıkıntıları yansıtmaktadır. Yerel halklar bu faturanın büyük ölçüde küreselleşme ve liberalleşmeden kaynaklandığını düşünmekte ve dolayısıyla, liberalleşmeye karşı çıkmaktadır. Görüldüğü kadarıyla, halklar henüz bu faturayı ödemeye hazır değildir.
Bu tepkinin ne kadar gerçekçi olduğu ise önemli bir tartışma konusudur. Örneğin, ABD ekonomisi son iki-üç yıldır büyük ölçüde tam istihdam seviyesinde çalışmasına rağmen, hala Çin’in istihdam üzerindeki etkilerinden endişe duyulmaktadır.
Ancak, bazı akademik çalışmalar küreselleşme nedeniyle ekonomik yapılarda ortaya çıkan sektörel kayıpların telafi edilemediğini teyid etmiştir. Dani Rodrik’in sözleriyle, “Yapılanlar olduğu ile kalmakta ve sektörel yeniden yapılanma yaşanmamaktadır. İşini kaybeden bir kişinin, yeniden eğitim süreci olmaksızın başka bir sektörde iş bulması çok zor olmaktadır.”
Bir başka deyişle, küreselleşme nedeniyle rekabet gücünü kaybeden bir sektörün kurtarılması mümkün olamamakta ve daha da önemlisi bu kayıptan doğan istihdam kayıpları, diğer sektörler aracılığıyla kısa ve orta vadede telafi edilememektedir.
Dolayısıyla, özellikle Avrupa’daki yüksek işsizlik gibi sorunlara kalıcı çözümler bulunmadan ve dolayısıyla değişime yerel ihtiyaçlar arasında bir çözüm bulunmadan sıkıntıların aşılması güç görünmektedir.
Bu konuda varılacak mutabakat uzun bir süre ticaret alanında liberalizasyonun da sınırlarını çizecek gibi görünmektedir. Ancak, tüm bu gelişmeler küreselleşmenin sonuna gelindiği şeklinde yorumlanmamalıdır.
Her ne kadar, bu alanda yaşanan sıkıntılar korumacılığın gelişmesi olarak nitelendirilse dahi, dünya ticaretinin (mal ve hizmet) 2004 yılında %7, 2005 yılında ise %10 oranında büyüdüğü ve dolayısıyla, 2004-2005 döneminin bugüne kadar birbiri ardına en yüksek oranlı büyüme kaydedilen iki yıl olduğu unutulmamalıdır.
KAYNAKÇA
Robert Gilpin. “The Polical Economy of International Relations”. 1987. New Jersey: Princeton University Press
Gourevicth Peter A. "The Second Image Reversed: The International Sources of Domestic Politics," International Organization 32 (Autumn 1978), 881-911.
Keohane, Robert and Joseph Nye. “Globalization: What's New? What's Not? (And So What?)” Foreign Policy, 118 (Spring 2000), 104-119.
Dani Rodrik. “Feasible Globalizations”. 2002. Harvard University Kennedy School of Government Working Paper Number:RWP02-029
(*) Anlaşmalar Genel Müdürlüğü Daire Başkanı, Dış Ticaret Müsteşarlığı