Çevre Diplomasisi Dediğimiz...


Güzin ARAR (*)

Bugün Dünyamız, yaşayan ve yaşamayan tüm unsurların birbiriyle bir şekilde güçlü bağlar kurduğu ve her geçen gün bizi şaşırtan yeni bağların ve ilişkiler ağının ortaya çıktığı sihirli bir küre haline geldi. Bu belki, bulunduğumuz yüzyılda yeniden keşfettiğimiz bir gerçek belki de insanoğlunun bir yanılsaması. Sebebi ne olursa olsun, bu durumun bizleri her anlamda hem kendi içimizdeki hem de geneldeki “bütünsellik” fikrine daha da yakınlaştırdığını söylemek yanlış olmaz. Ancak şunu kabul etmek gerekir ki, “çevre diplomasisi” bu füzyon yaklaşımının en karmaşık alanlarından biri. Bu alanın ayrıntılarına girmeden önce, uluslararası çevre politikalarının dünyadaki gelişimine ilişkin, görece kısa tarihçeye göz atmak faydalı olacaktır. Ancak, bu tarihçeyi takip ederken, hep aklınızda tutmanız gereken çok küçük ama önemli bir ayrıntı, “çevre politikaları tam olarak nedir?” sorusuna bugün için kesin bir yanıtın verilebilmesinin hemen hemen imkansız olduğudur.

Çevre politikaları, ilk olarak, küresel çevre bozulmasına ilişkin farkındalığın artmaya başladığı 1960’larda gelişim göstermeye başlamıştır. Ozon tabakasının incelmesi, dünya gündemindeki o günkü ani değişikliğin nedenlerinden biri olarak örneklendirilebilir. Çevre alanındaki bu küçük kıpırdanmalar, 1972 yılında Stokcholm’de gerçekleştirilen ve Stockholm Konferansı olarak da bilinen “Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı”yla  bu alandaki ilk büyük uluslararası girişimle sonuçlanmıştır. Bu Konferansın, süreci bugüne taşıyan ilk ateşleme olduğunu söylemeye sanırım gerek yok. Sözkonusu sürecin ilk on yılında, bu küresel ilgi, “uluslararası ilişkiler” disiplini dışında, kendi başına çevre politikalarında çok sayıda akademik çalışma ve girişimle meyvesini vermiştir.

Küresel çevre üzerine yapılan politik araştırmaların 1980’ler boyunca sayısı hızlı bir biçimde artarken, “çevre”  artık tek başına, çevre politikalarının dinamik ve disiplinler arası doğasını açıklamakta yetersiz kalmaya başlamıştı. Bu, temelde, çevrenin, yoksulluk, ekonomik kalkınma ve kaynakların kullanımı ile çok güçlü bağlarının bulunmasından kaynaklanıyordu. Kaydedilen bu ilerleme ve bu doğrultuda ortaya çıkan yeni yaklaşım aslında “sürdürülebilir kalkınma”nın nüvelerinden başka birşey değildi. Bu gelişmeye paralel olarak, 1987’de Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (Bruntland Komisyonu) Bruntland Raporu olarak da bilinen “Ortak Geleceğimiz” başlıklı bir raporun hazırlanmasına karar verdi. Rapor temel olarak, küresel topluluğa, sürdürülebilir kalkınma ilkesinin mevcut politikalara entegre edilmesi çağrısında bulunuyordu. Bunu yaparken de, “sürdürülebilir kalkınmanın” bugün de kullanmakta olduğumuz tarihi tanımını çevre ve kalkınma literatürüne kazandırdı: “sürdürülebilir kalkınma, gelecek nesillerin gereksinimlerini karşılama kabiliyetini riske etmeksizin bugünün gereksinimlerini karşılayan kalkınmadır”.

Bu alandaki bir başka yapı taşı olan ve Rio’da gerçekleştirilen “1992 BM Çevre ve Kalkınma Konferansı” ile küresel ekolojik değişim ve bozulma dünya liderlerinin gündemlerinde üst sıralara oturmuştur. Bu Zirve’den sonra ne oldu? Çevre politikaları alanında tüm dünyadaki akademik çalışmalarda ve araştırmalarda patlama yaşandı ve aynı hızla artan çevre ve sürdürülebilir kalkınma alanındaki ikili ve çok taraflı diplomatik ilişkilerle konu bugüne taşındı. Sürece ilişkin en güncel dönüm noktası ise, bir çoğumuzun bildiği gibi, 2002 yılında Johannesburg’ta gerçekleştirilen “Çevre ve Kalkınma Zirvesi” oldu. Ancak bu zirveye gelindiğinde açıkça görülen ve hemen herkesin hem fikir olduğu bir nokta vardı: Çevre, otuz yıl önce kendisine atfedilen kimliğinden oldukça farklı bir yerdeydi ve gerek koruma gerekse diplomasi adına artık çok başka anlamlar taşıyordu. 

Neredeyse kırk yılı bulan oldukça yoğun bir takvimden sonra bugün çevre küresel gündemin en öncelikli konu başlıkları arasına yerleşmiş ve uluslararası ve hükümetlerarası ilişkilerde belirleyici unsurlardan biri haline gelmiştir. Bununla birlikte, çevrenin, uluslararası arenadaki bu ileriye dönük ve önemli işlevi, diğer çok taraflı başlıklar gibi bu alanda da hızlı bir küreselleşmeyi beraberinde getirmiştir. Bu, kısmen, çevre konularının, ortak çözümlerin kaçınılmaz olduğu, sınıraşan doğasından kaynaklanmakta ise de, bunun asıl nedenini, çevrenin uluslararası ekonomik ilişkilerdeki giderek artan öneminde aramak gerekir.

Bu itibarla, çevre, saltık koruma, kirlilik önleme ve iyileştirmeye dayalı başlangıçtaki o naïf anlamının çok ama çok ötesine geçmiştir. Uluslararası düzlemdeki düşünme ve davranış biçimlerimizde de farklılıklar yaratmış olan tüm bu kavramsal değişimler, çok yeni bir disiplinin doğmasıyla sonuçlanmıştır: “Çevre diplomasisi”. Üstelik, bu yeni başlığın yakın gelecekte uluslararası ilişkilerde çok daha önemli değişim ve gelişimlere vesile olacağı son derece yerinde bir beklentidir.
  
Tüm yeni kavramlar ve alanlar gibi, çevre diplomasisinin de hedef ve ilkelerini, girdi ve çıktılarını tam olarak belirlemek ve de bunları doğru şekilde değerlendirmek zaman alacak bir süreç. Yine de, yaşamla ilgili herşeyin içine sığdırılmaya çalışıIdığı fakat gerçek sınırlarının halen belirsiz olduğu “çevre diplomasisi kutusu” için, dinamik sürecin devam ettiğini söylemek kötümserlik olmayacaktır. Bugün hâlâ, sözkonusu alanın nerede başlayıp nerede bittiği konusunda önemli görüş ayrılıkları mevcuttur. Şu an için, içeriğin, uluslararası ilişkilerden başlayıp, çevre güvenliği, katılımcı demokrasi, etik ve sivil toplum hareketlerine kadar uzanan bir aralıkta olduğunu söyleyebiliriz-ki, bu haliyle de aralık yeteri kadar geniştir. Ancak, şu anki kaotik doğasına karşın, ülkelerin, çevre diplomasisinin temelini oluşturan tüm süreçleri takip etmeleri, doğru değerlendirmeleri ve yönlendirebilmeleri için gerekli tedbirleri ivedilikle almasının önemini vurgulamak gerekir. Aksi taktirde, bu konuda ağırdan alan ülkeler-ki bunlar genellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler- bu interaktif süreçlere müdahale etme ve bunları yönlendirme şansını kaybedecektir. Bu da yetmezmiş gibi, kendisine bu alanda dayatılan politika ve yaptırımlara yönelik sonuç vermeyen itiraz politikaları ile ayak direten ülke konumuna düşecektir. Genelde bu ülkelerdeki bu davranış biçiminin altında, ya yeni diplomasi konularına biraz tedirginlikle bakılması ya da, bu tür uzun vadeli strateji, vizyon ve çaba gerektiren “yumuşak diplomasi” başlıklarını küçümseme yatmaktadır.

Oysa, diplomatları ve teknisyenleri, son derece entelektüel tartışmalarda bir araya getiren ve bu tartışma ortamlarına katılanların mesleki tatmin duygularını zirveye çıkaran ışıltılı bir süreç olarak başlamıştır çevre diplomasisi. Bu süreci hayal ederken, diplomatların, mesleklerine ulvi insanlık amaçları taşıyan yeni bir vizyon kazandırma imkanı buldukları; teknisyenlerinse, büyük insanlık ve yeryüzü gerçeklerine kendi sınırlı dünyalarında tanıklık ederken, bunları ışıklar altındaki bir arenada tüm dünyaya kanıtladıkları ve bunu yaparken de ülke menfaatlerini kollama sorumluluğunu en az diplomatlar kadar üstlenmiş olmanın gururunu yaşadıkları bir sahneyi gözünüzde canlandırabilirsiniz rahatlıkla. Toplumdan kopuk, sırça fanustaki entelektüel bir gurubun, bir o kadar ütopik görülen bir girişimi olarak başlayan bu süreçte, uzunca bir süre diplomatlar teknisyenliği teknisyenler diplomatlığı oynamıştır acemice. Ya da, her iki gurup diğer tarafın asli önceliklerini yok saymıştır. İki meslek gurubunun birbirine öykünerek başlattığı ve bu yüzden hataları da içeren bu süreç  yine de çevre diplomasisi adına temel adımların atıldığı önemli bir başlangıç sayılmalıdır. Zaman içerisinde bu karma grup, herkesin kendi rolünü daha iyi belirlediği ortak ve verimli çalışma biçimlerini şekillendirmeye başlamıştır.      

Çevre diplomasisinin öznelerinden sonra konunun nesnesine, yani “çevre”nin kendisine dair kısa bir değerlendirmeyle devam edelim. Öncelikle, şunu belirtmek gerekir ki, “çevre” başlığı altında ele alınan neredeyse herşeyin, diğer klasik diplomasi başlıklarının  aksine, doğası gereği bekleme tahammülü yoktur. Bu özellik, “çevre”yi, diplomasinin nesnesi konumundan öznesi konumuna getirir ve “çevre”, müzakerelerin görünmeyen üçüncü tarafı olarak karşımıza çıkar. Ancak, “çevre” her ne kadar müzakerelerin zahiri ortağıysa da, aslında müzakerenin kurallarını ve gidişini kendisi belirler veya belirlemesi beklenir. Elbette, bu bakış açısı, ülkenin çıkarları adına ince taktiklerle uygulanan manevralardan oluşan klasik diplomasi geleneğini belki de kökünden değiştirecek bir yaklaşımdır. Zira, klasik diplomaside “imkansız müzakere” diye birşey yoktur, karşılıklı alınanlar ve verilenler vardır. Bunların neler ve ne kadar olacağına da ülkeler veya ülke temsilcileri birlikte karar verir ve bu da klasik diplomasinin dinamik yapısını oluşturan en önemli unsurdur. Ancak, “doğa”, kurallarını, alacaklarını veya vereceklerini değiştirmeye hazır veya uygun bir taraf değildir ve mutlak ölçüleri ve ölçütleri vardır. Bilinen diplomasi kuralları açısından bakıldığında bu durum belki de son derece karamsar ve statik bir süreci çağrıştırabilir; uzlaşmaya hazır insanoğluna karşılık, oyalama ve oyalanma tahammülü olmayan, kurallarını herkese ve herşeye rağmen devam ettiren doğa bulunmaktadır. Ancak, nasıl bir kadının eteğini havalandıran rüzgârı, ahlak kuralları ile değerlendirip ahlaksız ilan edemezsek, doğayı da, yalnızca kendisini gerçekleştirdiği için klasik diplomasi kurallarına tabii tutamaz ve uzlaşmaz taraf ilan edemeyiz. Bir Birleşmiş Milletler toplantısında “İklimlerin Oybirliği ile Değişmediğine karar verilmiştir” diyemezsiniz. Fakat başka bir açıdan bakmayı başarabilirsek, “çevre diplomasisinin” tam da bu yüzden dünyadaki barışa yapacağı çok önemli katkılar gözardı edilmemelidir. İnsanoğlu, başka her konuda karşı argüman oluşturabileceği diplomasi arenasında, “doğa”nın kuralları için birlikte hareket etmek zorunda olduğunu kavramıştır ya da kavramalıdır. Bu yaklaşımı fazla mı iyimser buldunuz? Belki öyle, belki değil...

Çevre ile diplomatik ilgiye maruz diğer başlıklar arasındaki bu farklılıklara karşın, uluslararası topluluk çok taraflı çevresel çatışmaları halen klasik diplomasinin sunduğu araçlarla çözme gayretinde. Fakat şunu açıkça söylemek gerekir ki, bu süreçte bu yaklaşımdan en zararlı çıkan bugün de “çevre diplomasisidir”. Dolayısıyla, çevresel çatışmaların diplomatik çözümünde hâlâ bir “ağır çekim” durumu mevcuttur.   
 
Bu alandaki başka bir tehlike ise “çevre” konusunun, ülkeler arasındaki başka politik çatışmaların, aşırı milliyetçi hareketlerin ve geçmiş kinlerin paravanı olarak kullanılmasıdır-ki bu  “çevre diplomasisinin” geleceğine yönelik ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Öyle ki; ulusal güvenlik politikalarının zaman zaman “çevre güvenliği politikaları” ile yer değiştirdiği pek çokları tarafından bilinen bir gerçektir.

Bu sefereki kötümser tablodan sonra, bu “çevre diplomasisi” denen şey, saklı gündemlerle bir laf-ü güzâftan ibaret bir süreç hâline mi getirildi diye sorabilirsiniz?

Tek bir müzakereyle, hatta tek bir diplomatik oturumla bile, yıllar süren bir savaşa son verebilirsiniz. Ancak, ne kadar uzun sürse de hiçbir savaş, ne insanoğlunun doğayı kendisi için kötü kullanması kadar uzundur, ne de böylesine alışkanlığa dönüşmüştür. En zor mücadelelerden biri alışkanlıkların değiştirilmesidir-ki, bu noktada yüzyılların ve belki de binyılların “sürdürülemez kalkınma” alışkanlığından bahsediyoruz. Hatta diyebiliriz ki; bugün çevre ve çevreye dair gerçekler, halen birçokları tarafından kalkınmanın önünde bir engel, bir lüks, bir hobi, bir moda akımı gibi algılanmaktadır. Ama yine de, insanlık tarihi kadar eski bir soruna ve kötü kalkınma alışkanlıklarına karşı sürdürülen topu topu 35 yıllık mücadele, bugün geldiği nokta bakımından başarı sayılmalıdır.

Halen, çevre diplomasisinin gerçek ve ileriye dönük anlamının, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler tarafından kavranmasında alınacak çok yol olmasına karşın, şunu kabul etmeliyiz ki, bu alan, ülkelerin diplomasi oyununda “as oyuncu” olma şansını yakalamaları için ümit vaat etmektedir.       

(*) Çevre Yüksek Mühendisi