SAYIN BAKANIMIZIN 5 MART 2020 TARİHİNDE ALMAN BİLD GAZETESİNDE
YAYINLANAN MAKALESİ
[1]
“AVRUPA ARTIK UZUN UYKUSUNDAN UYANMALI”
Biz Türkiye olarak Avrupa’nın kapısında büyük bir mücadele içerisindeyiz. 9
yıldır kaynayan ve insanlık için sürekli yeni trajediler yaratan Suriye
krizi, yine hepimizi tehdit ediyor. Ama bu kez bir şey farklı. Bizim artık
Avrupa’yı, Avrupa’ya rağmen ve tek başımıza savunmamız mümkün değil.
Milyonlarca kişi Suriye’de yerlerinden edildi, sınırlarımıza doğru
ilerliyor. Ortadoğu sizin de yakın çevreniz, düşündüğünüz kadar uzak değil.
Orada olanlar sizi de etkiliyor. Türkiye’yi, tek başına yük taşıyan bir
aktör olmasına rağmen, sürekli eleştirme hakkını kendinde görenler var.
Ancak, artık sorunun çözümü için ter dökmeleri gerektiğini anlamak
zorundalar. Çünkü Suriye konusu, tüm insanlık ve Avrupa için de bir sınama.
Siz bunları okurken, bir AB ülkesi olan Yunanistan, uluslararası
yükümlülüklerini, AB hukukunu askıya alarak, kendisine sığınan,
sınırlarındaki sığınmacılara karada ve denizde ateş açıyor, insanlık dışı
muamele yapıyor. Botlarını batırıyor. Gaz bombalarıyla saldırıyor. Üç
kişiyi öldürüyor, birçok kişiyi yaralıyor. Uluslararası hukuka atıf yapan
diplomatik açıklamayı veto ediyor. İnsanlığın ve AB’nin ortak değerleri
ayaklar altına alınırken, bu değerleri yüceltmesi gereken AB kurumları
Yunanistan’a destek oluyor. Halbuki BM yapılanın hukuka aykırı olduğunu
söylüyor.
Ege ve Akdeniz’i bize kapatmaya çalışıyor. AB denen mekanizma ise, kendi
dar mantığı içerisinde, bu politikalara destek beyanları üretiyor.
Sorun sadece demokrasinin beşiği tezinden bir gecede tepetaklak en kötü
fotoğrafların müsebbibi haline düşen bu komşumuz da değil.
Sorun daha genel. “Sığınmacılar bana gelmesin, onlara Türkiye baksın” demek
gaflettir ve biz bunu artık kabul etmiyoruz. Hâlbuki zaten sahada ve masada
ne çözüm çabası varsa, bunun dinamosu yine Türkiye’dir. İşbirliği ve
dayanışma yerine ileri geri konuşmalar sorunu çözmüyor, aksine bu yöndeki
çabaları zorlaştırıyor. Bu noktaya nereden geldik, son aylarda ne gördük,
ne yaşıyoruz, birlikte hatırlayalım.
Suriye’de halkın haklı taleplerinden kaynaklanan gösteriler başladığında,
Esed rejimi halkıyla bir olmak yerine üstlerine tanklar sürdü. Bugüne kadar
en az 500 bin kişi öldü, yaklaşık 10 milyon kişi yerlerinden edildi.
Şehirler harap, insanlar bitap hale düştü. Kaçanlardan yaklaşık 3,6
milyonu, yani tüm dünyadaki Suriyeli toplam sığınmacı nüfusunun üçte ikisi,
Türkiye’ye geldi.
Uluslararası toplum Suriye’yi mesken edinen PKK/YPG dahil çok sayıda terör
örgütü arasından sadece DEAŞ’a karşı ortak bir mücadele verdi. Yine de
DEAŞ’a karşı mücadelede de esasen dönüm noktası, Türkiye’nin 2016 yılında
başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı oldu. Geniş bir alandan DEAŞ koparılıp
atıldı. Zaten bundan sonra da kendini toparlayamadı. Esed rejimi 2014
yılından itibaren Rusya ve İran’ın yardımıyla muhalefete karşı sivilleri
gözetmeyen topyekûn yıkım operasyonlarına ağırlık verdi. Türkiye, sahada ve
masada etkili olmayan aktörlerle değil, farklı görüşte olsak da Rusya ve
İran’la sorunun çözümüne katkı sağlamayı denedi. BM sürecini canlı tutmak,
kurtarmak ve binlerce insanın hayatını korumak, insanların mülteci olmasını
engellemek için de buna ihtiyaç vardı. “Astana mekanizması” adlı bir
formülle, Esed rejiminin kitlesel imha stratejisine karşı insanları koruma
formülleri geliştirildi. En son olarak da, İdlip’te böyle bir mekanizma
kuruldu. Burada radikaller de var. Ilımlıları radikallerden ayırmak için
Türkiye inisiyatif aldı. Bu devam ederken Esed rejimi, terörle mücadele
bahanesiyle ayrım gözetmeden sivil halka ve en sonunda da ateşkes
gözlemcisi Türk askerlerine saldırdı. Şimdi Türk askerine saldırmak ne
demektir görüyor ve daha da görecek.
Tüm bunlar yaşanırken, özellikle Esed rejiminin kendi kentlerini, kendi
vatandaşlarını imha stratejisine dış destekle ağırlık verdiği 2014 sonrası
dönemde, Suriye’den dışarı doğru insan kaçışları hızlandı. Tüm komşu
ülkeler doldu taştı. Türkiye de, dünyadaki en büyük sığınmacı nüfusuna
sahip oldu. 2015 yılında sığınmacıların Türkiye’de kalmayıp Avrupa’ya
yönelmesi sonucu Avrupa karıştı. 2016 yılında 18 Mart’ta AB ile bir
Mutabakat’a vardık. Bu Mutabakat, sığınmacıların yükünü yine ağırlıklı
olarak Türkiye’de bırakıyordu. Ancak biz, yine de AB’nin bir nebze yük
paylaşmayı kabul etmesini memnuniyetle karşıladık. Karşılıklı taahhütlerde
bulunuldu. Aradan geçen dört yılın ardından Türkiye,18 Mart
Mutabakatı’ndaki tüm taahhütlerini yerine getirmiş durumda. AB ise şu
başlıklarda halen sözünü tutmadı:
- 6 Milyar Avro katkı sağlayacaktı, yarısını yaptı. Onu da bize veya
sığınmacılara değil, çeşitli insani yardım bürokrasilerine iletti. Bu
rakamlar bizim kendi kaynaklarımızdan harcadığımız en az 40 milyar ABD
Doları’nın yanında sözü bile edilmez durumda; ama onu bile yapmadı.
- Gönüllü İnsani Kabul Programını başlatmadı.
- Suriye’de güvenli bölge oluşturulması önerimizi düşünceden fiile
geçirmemize yardımcı olmadı.
Bunlara ilaveten, Gümrük Birliği, Vize serbestisi, Üyelik müzakerelerinin
canlandırılması, Türkiye-AB Zirveleri ve terörizmle mücadelede işbirliği
konularındaki sözler de tutulmadı.
“4 milyon nüfusun bir cani rejime karşı korunması ve sığınmacı patlamasının
da önlenmesi için, İdlip’teki düzenin korunması lazım” dedik. Maalesef bize
destek sesleri yine cılız kaldı. İdlip de 2020’de insanlık tarihine yine
kanla yazılan bir trajediye dönüştü. Bölge rejim destekçilerinin uçakları
tarafından yerle bir edildi. Sadece 2019 Aralık ayından bu yana 2.000’e
yakın sivil öldü ve yine Türkiye’ye doğru, % 80’i kadın ve çocuk, en az 1,5
milyon kişi yürümeye başladı. Bu yükü artık tek başımıza kaldıramayız.
İdlip’te yerlerinden edilenlerin sadece önümüzdeki 6 ay süresince
desteklenmeleri için gerekli meblağın 400 milyon ABD Doları’na yakın olduğu
da unutulmamalıdır.
Zalim Esed rejiminin saldırıları, kendi halkına yönelik olanlarla sınırlı
kalmadı. Son olarak, sınırda gerginliği azaltma bölgesini kollayan
askerlerimize Esed rejimi uçaklarının saldırması sonucunda, 36 askerimizi
şehit verdik.
Tekrar vurgulamak isterim: Ülkemiz, üstlendiği bu ağır yükü tek başına
yüklenemeyecektir. Bu beyanımızı tehdit, şantaj, siyasi manevra olarak
görmek ayıptır. Ülkemizdeki 4 milyona yakın kişiye gerekli korumayı ve
desteği sağlamayı sürdürüyoruz. Geri göndermeme ilkesine bağlıyız. Mülteci
politikamızda bir değişiklik bulunmamakta. Buna karşın, güvenli ülkelere
gitmek isteyen sığınmacıları engelleme mecburiyetimiz bulunmuyor. Kendi
özgür iradeleriyle güvenli ülkelere gitmek üzere ülkemizden ayrılmayı
tercih eden sığınmacılara “gitme” demeyeceğiz. Buna aslında hakkımız da
yok. Ancak, gittikleri ülkelerin uluslararası hukuka ve AB hukukuna göre
sığınmacıları alma zorunluluğu var. Aynı bizim yaptığımız gibi.
Yine milyonlar bizde kalmaya devam ediyor ve bu çaresiz insanların da artık
Suriye’ye dönmeleri için, Avrupa uzun uykusundan uyanmalı. Gönüllü,
düzenli, güvenli ve onurlu bir dönüş için koşulları BM ile birlikte
çalışarak yaratmalıyız. AB de sorumsuzluk değil sorumluluk üretmeli. Ve her
şeyden önce, Türkiye ile birlikte çalışmalıdır.
Çağımızın büyük sorunu yerlerinden edilmiş kişiler konusudur. Bu sorunu
kaynağında çözmek en akılcısıdır. Suriye bağlamında çözüm bizce şudur: Hep
birlikte Esed’in askeri çözümüne engel olacağız ve siyasi süreci
canlandıracağız. Hep birlikte Suriyelilerin Türkiye tarafından
teröristlerden kurtarılan topraklara dönmelerini ve iskân edilmelerini
sağlamak için çalışacağız. Ve hep birlikte örgütler arasında ayrım yapmadan
tüm teröre karşı mücadeleyi güçlendirecek, Ortadoğu’da toprak bütünlüğü ve
evrensel değerler temelinde bir düzen için çalışacağız.
Kendisi de sığınmacılara pek çok diğer Avrupa ülkesinden daha fazla kucak
açan Alman halkının önümüzdeki seçenekleri bilmesi ve Türkiye ile husumet
üretme sevdasındaki seslere artık kulaklarını tıkamasını diliyorum. Bu
konuda AB içinde bizi en iyi anlayan liderlerden biri Şansölye Merkel oldu.
Buna rağmen, mülteciler için inşa edeceğimiz briket binalara verilmesi
taahhüt edilen 25 milyon Euro gibi sembolik bir meblağ bile bürokratik
nedenlerle iletilmedi. Aslında Türkiye ile işbirliği ve karşılıklı saygı,
zaten Avrupa’nın içinde yaşadığı geniş ve zorlu çevreye ilişkin en sağlam
stratejidir. Türkiye bir NATO üyesi ve AB aday ülkesidir. Avrupa’nın da
çevresinin de sorunları bir günde çözülmeyecek, ancak Türkiye’nin yardımı
olmadan hiç çözülemeyecektir. Bu açık gerçeğin hangi kısmı anlaşılamıyor,
takdir sizin.
[1]
Metnin tümü kullanılmamıştır.