[Orijinal İngilizce metnin gayriresmi Türkçe tercümesidir]
Avrupa Birliği (AB) üyeliğine aday olan Türkiye, birliğin stratejik çıkarlarının ve hedeflerinin birçoğunu paylaşmaktadır. Sınırlarımız Avrupa ile NATO’nun dış sınırlarıdır ve biz de devlet ve toplumların dayanıklılığını güçlendirmek istiyoruz.
Türkiye, Avrasya’nın Batı kısmını, Avrupa'yı çevreleyen istikrarsız ekosistemden ayırma yükünü taşımaktadır. Diplomasi ve güvenlik alanlarındaki varlığımız Avrupa'yı kuşaklar boyunca korumuştur. Gelecekte de Avrupa, Türkiye'nin katkılarıyla güvenli ve müreffeh olacaktır.
Ancak bu sadece bizim görevimiz değildir. Ortak komşuluk, bölgemizde istikrarı sağlamak ve sürdürülebilir barış ve kalkınma yolunda ilerlemek için hepimizin tarihsel ve ahlaki sorumluluğu bulunmaktadır.
Bununla birlikte, bazı AB üyesi ülkelerin stratejik değeri yüksek konulardaki güçlü söylemi ve hep en fazlasını hedefleyen tutumları, anlamlı işbirliğinin imkanlarını daraltıyor.
Burada üç somut vakaya değinmek istiyorum:
Öncelikle, Libya'daki durumdan başlayalım. Savaş ağası Halife Hafter ve ona bağlı güçlerin Trablus'ta ülkenin meşru ve BM tarafından tanınan Hükümetine karşı başlattığı saldırıların üzerinden bir yıldan fazla süre geçti. Üye ülkelerin çatışmanın farklı taraflarını desteklemesi yüzünden kendi içinde bölünmüş duruma düşen AB, kendi temel değerleri çerçevesinde doğru dürüst bir etkinlik sağlayamadı.
Birleşik Arap Emirlikleri tarafından finanse edilen ve Mısır ile Rusya tarafından desteklenen bu savaş ağası, kalıcı barış ve istikrar ihtimalini baltalamaktadır. Darbeci milisler ve paralı askerler yoğun bir şekilde güçlendirilirken, Libya'ya yönelik silah ambargosunu uygulama amacını taşıdığı söylenen AB'nin Akdeniz'deki İrini operasyonu, fiiliyatta ancak meşru Hükümeti yaptırımlara tabi kılıyor.
Ocak ayında, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, POLITICO'da yayınlanan makalesinde Libya'daki gelişmelerin AB için bir sınav niteliğinde olacağını yazmıştı. AB’nin bu testten geçemediğini söyleyebiliriz. Avrupa ayağa kalkmalı ve Tarhuna’da Hafter kuvvetlerince katledilen kurbanların bedenlerinin bulunduğu toplu mezarların yarattığı şok karşısında şiddetli tepki göstermelidir. Bu arada, Libya’nın petrol kaynaklarına uygulanan ambargo yüzünden Libya halkının kendileri için çok önemli bir kaynaktan mahrum bırakıldığını da belirtmek gerekir.
Libya'yı bir savaş ağasının merhametine terk etmek büyük bir hataydı ve bu hata hala devam ediyor. Türkiye’nin Libya'daki meşru Hükümete talebi üzerine sağladığı teknik yardım ve eğitim yardımı sahadaki dengeleri değiştirdi ve Berlin Konferansı gibi diplomatik çabaların da yaşama şansını artırdı. Eğer yardımlarımız olmasaydı, Trablus çoktan darbeci bir koalisyonun eline düşecekti ve etkileri Avrupa’da yaygın şekilde hissedilebilecek büyük bir insani felaket yaşanacaktı.
Hafter’i destekleyen geleneksel müttefikimiz ve Avrupalı ortağımız Fransa’nın, Türkiye’nin yanında yer almak yerine Doğu Akdeniz'deki savaş gemisi ve Türk gemileriyle ilgili bir olay hakkında yalan yanlış iddialarda bulunduğunu gördük. NATO’nun sözkonusu iddiaları doğrulamaması üzerine, Paris NATO İttifakı için önemli bir operasyondan çekildi. Bunun stratejik açıdan ne kadar yerinde bir karar olup olmadığını okuyucuların takdirine bırakıyoruz.
İkincisi, Suriye’yle ilgili olarak, ülkenin kuzeybatısında bulunan İdlib’teki varlığımız, Suriye rejimi ve destekçileri tarafından küçük bir bölgeye hapsedilen ve zulme uğrayan yaklaşık 3,5 milyon insanı etkileyecek insani bir felaketi önledi. Müdahalemiz, büyük bir katliamı ve 1 milyon insanın Avrupa'nın en güneyindeki sınıra ilerlemesini durdurdu.
Bu on yıllık krizden kurtulmanın tek yolu olan siyasi süreci yeniden canlandırmaya yönelik çabalarımıza paralel olarak, Suriyeli mültecilerin güvenli ve gönüllü geri dönüşlerini kolaylaştırmak için gerekli koşulları sağlamaya odaklanıyoruz. Dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi olarak, Türkiye'ye sığınan 3,6 milyon Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılamak için 40 milyar dolardan fazla harcama yaptık. Daha fazla yük üstlenmemiz beklenemez. Ayrıca, 402.000 Suriyeliye, Türk askerlerinin DEAŞ ve PKK/YPG teröristlerinden geri aldığı anavatanlarındaki bölgelere dönme imkanı sağladık.
Üçüncü olarak, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz konusu var. 6 Temmuz'da Ankara'da düzenlediğimiz ortak basın toplantısında, Avrupa Birliği Dış Politika ve Güvenlik İşleri Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, “Doğu Akdeniz'in Avrupa için kilit bir bölge” olduğunu ifade etmişti. Bu bizim için de geçerlidir. Nitekim, Doğu Akdeniz’deki en uzun sahil şeridine sahibiz.
Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların aşırıya kaçan ve tek taraflı iddiaları, hem Türkiye'nin hem Kıbrıslı Türklerin egemenlik haklarını ihlal ediyor. Bu iddialar kabul edilemez. Adil, eşitlikçi ve barışçı bir çözüm bulmak için diyaloğa hazır olduğumuzu defaatle ifade ettik. Kıbrıslı Türkler de aynısını dile getirdi. Ne yazık ki aldığımız cevap, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne karşı hasmane tavırdan ibarettir. Bu, bize ulusal çıkarlarımızı ve Kıbrıslı Türklerin eşit haklarını korumak için Doğu Akdeniz'deki sondaj ve arama faaliyetlerimize devam etmekten başka seçenek bırakmıyor.
Bu üç vaka, Türkiye'yi istismar eden, yabancılaştıran ve hiçbir şekilde sürdürülebilir olmayan politikalar dizisinin son örnekleridir. AB üyelik sürecinde ve 2016'daki başarısız darbe girişimini takip eden dönemde de hayal kırıklığına uğratılmıştık.
Halen, koronavirüs salgınının dünyada yeni istikrarsızlıklara yol açması veya mevcutları şiddetlendirmesi ihtimaliyle mücadele etmek durumundayız. Bizleri karşı karşıya getirecek bir girdabın içine çekilmemeliyiz. Avrupa’nın, AB dayanışması ve birkaç ülkenin dar görüşlü beklentileri adına tepkisel adımlar atmak yerine, Türkiye konusunda kazan-kazan formülleri temelinde inşa edilecek yapıcı stratejilere ihtiyacı var.
Birlikte üzerine ortaklıklar inşa edebileceğimiz güçlü bir müşterek zemin esasen mevcut. Avrupa'nın Geleceği Konferansı ve NATO'nun geleceğine dair düşünme süreci gibi girişimler de bizi ileriye götürebilecek faydalı adımlar. Bu gibi çalışmalar, bir yandan değişen jeostratejik ortama uyum sağlamamıza yardımcı olurken, diğer yandan da birbirine saygı gösteren vazgeçilmez ortaklar olarak bizi doğru istikamete götürebilir.
Öyleyse, şimdi ileriye bakalım ve Türkiye-AB işbirliğinin ortak bölgemizdeki gerçek dönüştürücü gücünü harekete geçirecek kapsayıcı bir çerçeve oluşturalım. Özellikle, pandemi sonrası çalkantılı döneme uygun zihniyet budur.